Kemal Anadol
Hayat devam ediyor...
CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu 8 Temmuz 2023 günü katıldığı bir canlı yayın televizyon programında geçtiğimiz mayıs ayı seçimleri için “Çok inanmıştık yüzde yüz Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanacağımıza dair. Kazanamayınca bunun getirdiği ciddi bir travma oldu. Bir beklentinin getirdiği bir hayal kırıklığı vardı ama bu hayal kırıklığını kronik hale getirmek doğru değil. Olur. Hayat devam ediyor”diyordu. 10 Temmuz günü Ankara’nın Keçiören ilçesinde genellikle ülkücülerin gittiği bir kahveye ziyaretinde de “Kazansaydık farklı bir şey olacaktı. Kazanamadık ama bu dünyanın sonu değil, son seçim de” diyor.
Bu sözleri gazetede okuyunca henüz çok taze önce olan 14 ve 28 Mayıs seçim kampanyaları gözümün önüne geldi. O günlerde lise öğrencisi olduğum, mutlak çoğunluk sistemiyle yapılan ve CHP ile Demokrat Parti arasında çok gergin geçen 1957 seçimlerinden bu yana tüm seçimleri anımsıyorum. 1969 seçimlerinde CHP ilçe başkanıydım. 1973 ve 1977 seçimlerinde milletvekili adayıydım ve her ikisinde CHP Milletvekili olarak parlamentoya girmiştim. Aralık 1987, Kasım 2002, Temmuz 2007 seçimlerine de aday olarak katılmış ve kazanmıştım. Aday olmadığım seçimleri ve halkoylamalarını bunlara ilave ettiğimde geniş bir gözlem sahibi olduğum ortaya çıkar. Yaşımı belli etse şu günlerde bu kadar seçim kampanyası izleyen kişi az bulunur.
Bunları niye yazdım? 1950’den bu yana bu kadar kutuplaşmış bu kadar gergin bir seçime tanık olmadım da ondan. Hem Cumhurbaşkanı hem de AKP Genel Başkanı olan Erdoğan taşıdığı sıfatları ve olanakları sonuna kadar kullanıyordu. Görevlerinde istifa etmeyen bakanlar aday oldukları illerde partizanlığın birer simgesiydiler.
Muhalefete gelince… Kılıçdaroğlu’nun çabasıyla altılı masa oluşmuştu. CHP ve İyi partinin bir seçim önce aldığı oylar belliydi. AKP’den kopan Gelecek ve DEVA’nın anketlerdeki oyları yüzde birlerde geziniyordu. Demokrat Partinin ise o kadar da değildi. Saadet Fatih Erbakan’ın partisinden geride kalmıştı. Bu organizasyon bir seneye yakın Cumhurbaşkanı adayının kim olacağını belirlemedi. İktidara yakın kanalların ve gazetelerin tek konusu muhalefetin adayının kim olacağıydı. Halkı bıktıran bu tartışmaların sonunda aday belirlendi ama doğum çok sancılı olmuştu.
Elektrik, doğalgaz faturaları, enflasyon, ekmek kuyrukları insanları canından bezdirmişti. Orta sınıf tasfiye ediliyordu. Daha dün üstünden korona silindiri geçen esnaf sözcüğün tam anlamıyla bitikti. Cezaevleri doluydu. Adalet iktidarın sopası olarak kullanılıyordu. Bu ortamda “Yandım Allah” diye bağıran insanlar bir an önce tek adamın gitmesini istiyorlardı.
Bu ortamdan yararlanarak muhalefeti destekleyen medya, köşe yazarları, birçok parti yöneticisi ve trollerin estirdiği havaya hiçbir seçimde tanık olmadım. Bunlar topluma dehşet saçıyorlardı. “Bu seçim köprüden önceki son çıkış” diyorlardı. “Bu yapılacak son seçim” diyorlardı. “Eğer AKP kazanırsa artık seçim yok!” Toplum büyülenmişti sanki! Seçim kazanmaya yönelik akılcı hiçbir öneriye tahammülü yoktu. Ezberini bozmak istemiyordu. Kılıçdaroğlu ve altılı masayı oluşturanlar her türlü yanlışı yapmakta özgürdü! Kutuplaşmanın bir tarafı onları görmezden geliyordu. Ama tek adamın gitmesini, AKP’nin kaybetmesini isteyen kişilerin bırakın öneri getirmesini, ağızlarını açmaya hakları yoktu. Kılıçdaroğlu ve partinin üst yönetimi de bu ortamdan hoşnuttu. Birisi çıkıp “Ne son seçimi arkadaşlar? Seçimi kaybedersek dünyanın sonu mu olacak? O zaman tek adama teslim mi olacağız?” dese sonu belliydi. Linç edilmek! Olayları dikkatle izleyenlerin kimsenin, ateşten gömlek gibi halkı yakan hayat pahalılığı bir yanda dururken, çoktan gündemden çıkmış türban sorunuyla ilgili yasa önerisi veren Kılıçdaroğlu’na yanlış deme hakkı yoktu. Cumhuriyetin kurucu değerlerine yaşamı boyunca karşı koymuş kişi ve kuruluşlarla helalleşmenin oy getirmeyeceğini anlatmak olası değildi. Kılıçdaroğlu, dar bir danışman kadrosuyla oluşturduğu politikaları akşamları sürpriz görüntülerle televizyon ekranında canlandırıyor, Parti Meclisi üyeleri, milletvekilleri ve parti örgütü de bunları sıradan bir yurttaş gibi izliyorlardı.
2002’den bu yana girdiği her seçimi kazanan Erdoğan durumun vahametini anlamıştı. Mitinglerde seçmenlere “Bir patates, bir soğana liderinizi feda etmezsiniz” diyordu. Hemen strateji değişikliği yaptı. Hangi vaatte bulunursa bulunsun ekonomik açıdan halkı memnun etmesi olası değildi. Mutfaktaki yangının önüne terörü koydu. Kampanyayı sonuna kadar bu çizgide yürüttü. Oslo görüşmelerini, çözüm sürecini başlatan, çadır mahkemeleri kuran iktidara hak ettiği yanıtlar hazırdı aslında. Ama Yeşil Sol parti oylarını yitirmekten korkulduğu için ciddi bir yanıt verilmedi, verilemedi. Bu alan adeta tek adama bırakıldı. Artık doğru yanlış iddialar, iftiralar, montajlı videolar dal dalga tüm yurda yayıldı. 14 Mayıs akşamı güvenlik duygusunun mutfaktaki tencereyi geride bıraktığı anlaşıldı.
Birinci hayal kırıklığı başlamıştı. Güçlendirilmiş parlamenter sistem olasılığı kalmamıştı. Son bir çabayla ikinci tura girildi. Bu kez milliyetçi bir söyleme dönüldü. Ama işi işten geçmişti. Zafer Partisiyle protokol imzalamak durumu kurtarmıyordu. Yenilgi kaçınılmazdı artık.
Sayın Kılıçdaroğlu’na seçimlerden önce destan düzenlerin ertesi gün tersine dönmelerini, yanında genel başkan yardımcısı olarak, yönetici olarak sorumluluğa ortak olanların taraf değiştirmelerini hayretle, ibretle ve dehşetle izledik, izliyoruz…
Ama ömrünü CHP’ye adamış emektarların, umudunu bu başarıya adamış yurttaşların Sayın Kılıçdaroğlu’nun çekilmesini istemesinden daha doğal ne olabilir. Kimsenin CHP Genel Başkanına hakaret etmeye hakkı yoktur. Haddi de değildir. Ama istifa demokratik bir müessesedir. “Demokrasilerin ölçüsü hesap sorabilmek ve hesap verebilmektir” sözü kendisine ait değil mi? Yurttaşlar en zayıf anında yirmi bir yıllık iktidarı neden yenemediğinizin hesabını soruyorlar. Kaybedince istifa etmek bir anlayış, bir görgü ve hepsinden önemlisi bir sorumluluk gereğidir.
Şimdi akıllara bazı sorular geliyor. Kutuplaşmanın en yoğun döneminde Sayın Kılıçdaroğlu yurttaşlara neden “Bu son seçim değil, hayat devam edecek”demedi. Beklenti çıtasını bu kadar yükselttikten sonra hayal kırıklığının aynı ölçüde kronikleşmesi doğal değil mi?
Galiba siyaset adamı ile devlet adamı arasındaki ayrım böyle durumlarda ortaya çıkıyor.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.