Muzaffer Ayhan Kara

Muzaffer Ayhan Kara

S-400, yaptırımlar, NATO krizi: Türkiye ne yapmalı?

ABD’nin S-400 hava savunma sistemlerinin alınması ve TSK envanterine dahil edilmesi nedeniyle CAATSA (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası) yaptırımlarını gündeme getirmesi Türk-Amerikan ilişkilerindeki bir asırlık krizlerin yeni bir sayfasını oluşturdu. 

Kronik Krizler Tarihi

Bazıları sanır ki Türk-Amerikan ilişkilerinde sorun yenidir; oysa bazı başlıklar yüz yıldır var, bunlara da zaman içerisinden yeni başlıklar eklenmektedir. Örneğin, sözde ‘Ermeni soykırımı’ her 24 Nisan’da krizi açığa vurmaktadır. ABD kentlerinde Ermeni teröristlerce suikastla Türk diplomatları şehit edilirken acaba FBI ve CIA ne yapıyordu? Bu da iki devlet ilişkilerinde bir derin yaradır. Son 40 yılda hasmane bir şekilde PKK’nın örtülü olarak ABD tarafından desteklenmesi yeni bir önemli kriz başlığıdır. S-400 krizinden önce de başka bir önemli kriz başlığı açılmıştır; Suriye’nin kuzeyinde ABD desteğinde oluşturulmak istenen “garnizon devlet”. Öncesinde “füze krizi”, “U-2 Krizi”, “haşhaş krizi”, “ambargo krizi”, Süleymaniye’deki “çuval krizi”, “Muavenet krizi”, “15 Temmuz krizi” vb. Özetle, Türk-Amerikan ilişkileri tarihi bir “kronik krizler ve çatışmalar” tarihi dersek, yeridir.

Karşılıklı Güvensizlik Hali

S-400 gerekçesiyle bir NATO ülkesi olan ABD’nin yine bir NATO ülkesi olan Türkiye’ye “hasmane” bir tutumla ambargodan da öteye geçerek yaptırım uygulaması kuşkusuz bir “NATO krizi” anlamına da gelmektedir. Zaten, F-35 projesinden Türkiye’nin önceden uzaklaştırılması da fiilen bir yaptırım ve ambargo demek değil mi? S-400, tabii öte yandan paradoksal bir sorun. ABD cephesinden bakıldığında, bir NATO üyesi olan Türkiye’nin Rusya’dan savunma silah sistemini envanterine kaydetmesi olağan dışı. Türkiye cephesinden bakıldığında ise, NATO üyesi olsa da Türkiye’nin savunmasını çok yönlü bir tahkim altına alması olağan. S-400 sıradan bir adım değil. Bunun herkes farkında. Türkiye’nin yumurtaları aynı sepete koymama yaklaşımı ve yaşanan 15 Temmuz deneyimi sıradışı başka adımları arttırabilir. Sonuçta, NATO’nun başat ülkesi ABD’nin PKK-YPG’nin arkasında durması, “kara gücü” sayması gibi çılgın ve tehlikeli adımları Türkiye’nin güvensizliğini ve endişelerini besliyor. Ki, başka NATO üyeleri de Türkiye’nin ulusal güvenlik meselesi olarak gördüğü hususlarda Ankara’nın sinir merkezlerine dokunan bir tavır içindedir. Mesele artık tarihe mal olması gereken yapay ‘Ermeni sorununun’ ya da Kürt ayrılıkçılığının avukatlığı olunca, Türkiye’nin NATO içindeki bir “müttefik” olduğu unutuluyor! Bu arada unutulmaması gereken bir nokta da savunma sistemi için Türkiye’nin S-400’de karar vermeden önce ABD ve Çin ile de görüşmeler yaptığı.

Kıbrıs Barış Harekatı da Ambargo Gerekçesi Olmuştu

Kıbrıs Barış Harekatı’na tepki olarak ABD’nin Türkiye’ye 3 yıl 8 ay 10 gün ambargo uygulaması, kimi NATO üyelerinin de resmen olmasa da fiilen bu tavra ortak olması da henüz sıcaklığını korumaktadır. O günlerden kalan ünlü Akbaba mizah dergisinin çok güzel ve anlamlı bir kapak karikatürünü hatırlıyorum; zamanın Cumhurbaşkanı Fahri S. Korutürk, ambargo kararına ilişkin olarak balonda “Biz de Amerika’ya ambargo koyarız!” diyor. Türkiye o zaman ne yapmıştı? Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyon hükümeti halka çağrı yaparak bağış istemiş ve yurttaşların bağışlarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nın temeli atılmıştı. O temeldir ki bugünkü silah sanayiinin, arkasındaki ROKETSAN, HAVELSAN, ASELSAN vb. önemli kuruluşların hayata geçmesini sağlamıştır. 1970’lerin ilk yarısında, ambargoya kadar Türkiye’nin ABD’den silah alımına harcaması genel harcamalarının yarısı kadarken bu oran çeyrek yüzyılda giderek hatırı sayılır ölçüde azaldı. Başka? TSK, NATO tahsisli olmayan bir ordu daha kurdu; Ege Ordusu, Türkiye’nin NATO’ya tahsisli olmayan dördüncü ordusu olarak hayata geçirildi. Bunun işlevi açıktı; Türkiye’nin Kıbrıs meselesinden dolayı Yunanistan’la sıcak bir çatışmaya girmesi ihtimaline karşı NATO’nun rezervini bay-pass yapacak bir rol oynayacaktı. Sonuçta o dönemde ABD ambargosu bir “ulusal uyanış” nedeni haline gelmiş, hayra vesile olmuştu! Yapılan başka bir şey daha vardı; ambargoya karşılık Demirel koalisyon hükümeti ABD üslerini kapatmış ve “tesis” niteliğine düşürmüştü!

S-400 Bağlamında NATO Krizi

S-400’e dönersek yeniden, bu adım şimdiki karar vericinin, iktidarın güvenlik endişesini gidermeye dönük bir refleks. Rusya için bir tutamak, ABD ve NATO için ise endişe ve kriz. Bu bağlamda Fransa’dan yükselen “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” cümlesini de göz önüne alarak NATO’nun stratejik konseptine eğilmekte yarar var. NATO nedir, işlevi ne olacaktır önümüzdeki süreçte?.. 10 yılda bir yenilenen NATO stratejik konseptinin yenilenme zamanı geldi. Önceki NATO Genel Sekreter Yardımcısı Tacan İldem, Cumhuriyet’e 7 Aralık’ta verdiği mülakatta Uzmanlar Grubu’nun yeni stratejik konsept tavsiyesini şöyle belirtmişti:

“Yeni stratejik konseptin, ittifakın üç temel görevini (kolektif savunma, bunalım yönetimi ile işbirliğine dayalı güvenlik) ve transatlantik danışma platformu olma özelliğini koruması önerilmektedir. Öte yandan Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere uluslararası güvenlik ortamına etkide bulunan unsurların ve hibrit tehditler ile yükselen ve çığır açan teknolojiler gibi, halihazır konseptte yer verilmeyen öğelerin dikkate alınması istenmektedir. Keza raporun ayrı bir bölümünde irdelenen terörizmle mücadelenin üç temel göreve daha güçlü bir biçimde dahil edilmesi önerilmektedir.”

Görüldüğü gibi, NATO için Rusya bir endişe nedenidir; Türkiye de işte bu Rusya ile S-400 ve ötesinde bir yakınlaşma içindedir! O yüzden NATO’daki “asıl patronlar” katında Türkiye’nin NATO üyeliği tartışılmaktadır. Türkiye, Soğuk Savaş döneminin NATO Güneydoğu Kanadı için, Sovyetler’e karşı bir kalkan olarak NATO üyesi yapıldı. Batı’nın buna ihtiyacı vardı. Artık ne Sovyetler Birliği ne Varşova Paktı var ve ne de Soğuk Savaş. Yeni dünya koşullarında, NATO’nun ihtiyaçlarının ve işlevinin değiştiği koşullarda Türkiye’ye ihtiyaç var mı? Ya da soruyu şöyle soralım? Türkiye, NATO’nun çizdiği daire içinde kalıp “asıl patronların” rotasına girer mi?

Türkiye açısından bakıldığında mesele çok daha karmaşıktır. NATO’da bu kadar itilip kakılmaya karşın; yaptırımlara, fiili yaptırımlara, mütecaviz hareketlere NATO “asıl patronlarınca” arka çıkılmasına karşın Türkiye neden NATO’dan ayrılmıyor? Ayrılmalı mı? Hakikaten zor bir denklem ama ulusal çıkarlar NATO’dan ayrılmayı gerektirmiyor. Bir an için Türkiye’nin NATO’dan ayrılık kararı verdiğini düşünelim? O zaman ne olurdu? Güney Kıbrıs, AB’ye alındığı gibi NATO’ya da alınırdı. İsrail de. Hatta Ermenistan da. “Bekara karı boşamak kolay” yakıştırması gibi kompleks bir mesele bu. Türkiye’nin veto hakkı sayesinde G. Kıbrıs NATO üyesi olamıyor. Ayrıca, NATO içinde olmanın NATO içinden gelebilecek dolayımlı kimi hasmane yaklaşımları önceden öğrenme ve karşı koyma avantajı var. Tüm NATO üyelerinin oydaşma ile Türkiye’yi NATO dışına atma yoluna gidebileceğini ise sanmıyorum. Sonuçta ABD ve hık deyicileri Türkiye’yi hizaya getirmeye kalkacak, yerinde “havuç-sopa” politikası izleyecek, yerinde de ambargo ve yaptırım yoluna gidecektir ama NATO krizi alçalan, yükselen bir şekilde NATO’nun varlığı ile birlikte sürüp gidecektir. Ama şurası kesin ki, ABD-Türkiye ilişkisi kolay kolay “stratejik müttefik” ya da “stratejik ortak” boyutuna yükselmeyecektir. Bilakis Ankara’nın tehdit algılaması içinde bizatihi üyesi olduğu NATO ve sözde ‘stratejik müttefiki’ ABD de vardır! Türkiye’nin duruşu, ulusal çıkarları ABD’yi kadiri mutlak görmemeyi, buna karşılık önemli bir büyük güç olduğunu dikkate almayı gerektiriyor. Türkiye ne kadar çok dost biriktirirse, yalnızlıktan uzaklaşır ve etrafında geniş bir hale oluşturursa o kadar çok ABD ve NATO patronajının şimşeğinden uzaklaşır. Bunun için de komşularıyla, bölgesiyle olan ilişkilerini onarıp güçlendirmesi çok önemlidir, hayatidir. Herkes şunu kafasına koymalı; ABD’nin derdi Erdoğan ve Ak Parti değil sadece; ABD Ecevit hükümetine de hasmane bir tavırla ambargo koyan bir devlet! Yerinde Menderes’in ipini çeken, Demirel’e karşı asker eliyle iki kez darbe yaptıran bir devlet! ABD’nin ve NATO patronajının derdi, Türkiye’yi hizaya getirip diz çöktürerek bölgesindeki ve hinterlendındaki emelleri için “ucuz asker” olarak kullanmak! Bir zamanlar Kore’de yaptıkları gibi. Trump’ın göreve geldiğinde Erdoğan’la temasında Kore bahsini boşuna mı açtığı sanılıyor?

Peki Türkiye Ne Yapmalı?

Bu noktada  47. ölüm yıldönümünde andığımız Kurtuluş’un ve Kuruluş’un İkinci Adam’ı İsmet İnönü’nün yaklaşımı önem taşıyor; büyük devletlerle ilişki ayıyla yatağa girmek gibidir! Emperyal güçlerle; ABD ile, Rusya ile, Çin ile ilişkilerde çok dikkatli ve dengeli olmak gerekir. En iyisi yukarıda ip uçlarını verdiğim Büyük Atatürk’ün kurduğu oyun planıdır; “bölge merkezli dış politika”. İçeride kavi olacaksınız; birliğiniz ve bütünlüğünüzü önemseyeceksiniz, üretime dayalı ekonominiz ve askeriyeniz güçlü olacak… kendi uçağınızı, helikopterinizi, tankınızı, geminizi, İHA ve SİHA’nızı vb. yüzde yüz kendi imkanlarınızla yapabileceksiniz… Bu temelde komşularınızla ve bölge ülkeleriyle güvene dayalı ve karşılıklı çıkarları esas alan iyi ilişkileriniz olacak; yetmediğiniz yerde onlarla dayanışma içine girebileceksiniz…  Dünyaya Ankara’dan ve bölgenizden bakacaksınız…  Bunu yapabildiğiniz momentumda ABD size yaptırımda bulunursa, siz de ona yaptırımda bulunursunuz! Mütekabiliyete başvurabilirsiniz. Örneğin siz de Kürecik’in faaliyetlerine son verdirirsiniz. Bazı NATO tatbikatlarına bir bahane ile rezerv koyabilirsiniz vb.

İktidar Türkiye’yi bu rotaya sokabilir mi? Hiç sanmıyorum… Türkiye’nin alternatif iktidar almaşığı dış politikanın fabrika ayarlarına dönmesini de sağlamak durumunda. Bir iktidar değişikliği ilk seçimde gerçekleşmezse Türkiye’yi dış politikada daha da zor günlerin beklediğini not ederek noktalayayım.

Önceki ve Sonraki Yazılar