Ne yapmalı?

Dünya tam bir bunalım içinde. 20.Yüzyılın başında insanlığa büyük umutlar yaşatan Bolşevik devrimiyle kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) 26 Aralık 1991’de dağıldı. Kapitalist sisteme karşı milyonlarca insan büyük bir hayal kırıklığına uğradı. SSCB’ni yönetenler yanlış politikalarıyla dünyaya bu dramı yaşattılar! Hata ve sevabıyla 74 yıl aralıksız uygulanan reel sosyalizm artık tarih sayfalarındaydı. Bu önemli olay üzerinde binlerce araştırma, inceleme yapıldı, makale ve kitaplar yazıldı. Hazin son dünyayı tek kutuplu hale getirmişti.

1970’lerde kapitalist sistem girdiği bunalımdan çıkmak için neoliberal düşünceyi üretti. Milton Freidman ve onu izleyen Şikago Çocukları bunun kuramcılığını üstlenmişlerdi. Daha sonra da başta Faşist Pinoche’nin Şili’si olmak üzere Güney Amerika ülkelerinde uygulayıcısı oldular. Onlara göre devletin piyasaya müdahalesi en alt düzeye indirilmeliydi. Özel sermayeye de her türlü olanağın sağlanması gerekiyordu. Neoliberalizm kapitalist dünyaya bulaşıcı hastalık gibi yayıldı. İngiltere’nin Muhafazakâr Başbakanı Margaret Thatcher, ABD Başkanı Ronald Reagan başrol oyuncusuydular. Türkiye’de gerçekleşen 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle birlikte onlara Başbakan daha sonra da Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal katıldı. Emekçi halkın alın teri üzerinde yükselen ne kadar kamu malı varsa haraç mezat satılıyordu. Artık özelleştirme fetişizme dönüşmüştü. Özal’dan sonra da bu moda devam etti. DYP Genel Başkanı ve Başbakan Tansu Çiller’i devletin elinde kalan son kurumlar bile rahatsız ediyor, Türkiye’yi “Dünyanın en son komünist ülkesi” olarak tanımlıyordu!

2002’de siyasal İslâm sosuna bulanarak iktidara getirilen AKP hükümetleri de aynı uygulamayı artırarak sürdürdüler. En canlı örnek Maliye Bakanı (2002-2008) Kemal Unakıtan’dı. Tarihe geçen bakan “Ne banka bırakacağız ne fabrika ne liman ne de işletme. Hepsini babalar gibi satacağız” diyordu. Gerçekten öyle oldu. Günümüzde Osmanlı’dan kalan kapitülasyonlar örneği yap/işlet/devret modeliyle ve hazine güvencesiyle otoyollar, tüneller, köprüler, hastaneler yapılıyor, ülkenin ve halkın geleceği müteahhitlere ipotek ediliyordu. Bu sistemin çağdaş parlamenter sistemle birlikte yürümesi çok zordu. Hesap sorulabilirlik ve hesap verilebilirlik demek olan demokrasi iktidara engeller çıkarıyordu. Yüklenicilerle yapılan sözleşmeler, anlaşmazlıkta yetkili kılınan yabancı yargı ve bunların belgeleri milletvekillerine ve halka kapalıydı. Öyle olması gerekiyordu! 16 Nisan 2017’de yapılan halkoylaması ile parlamenter sistem terk edildi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçildi. Bu tek adam rejimi demekti.

*

17 Kasım 2019’da Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan ve dünyaya yayılan Kovit-19 salgını her türlü düzeni, sistemi, yönetimi allak bullak etti. ABD, AB ve İngiltere gibi anlı şanlı ülkeler pandeminin şiddetiyle sarsıldılar. Sağlık sistemleri çöktü. Eğitim durdu. Piyasa baygınlık geçiriyordu. 17 Kasım galiba 21. Yüzyılın en belirleyici günüydü. Bir uçak düştüğünde yas tutan insanlar için gömü yeri kalmayan mezarlıklar yazgı haline gelmişti. Gerçeklerin ortaya çıkma özelliği herkesi düşünmeye yönlendiriyordu. Artık kamuculuğun değeri ve gerekliliği anlaşılmıştı. Sağlık, eğitim, konut, elektrik ve doğalgazın insan haklarının bir parçası olduğu somut biçimde ortadaydı. Bozulan ve yerle bir olan ekonomi neoliberalizmin iflasını ilân ediyordu. Bunalımın siyasete yansıması da acı oldu. Ülkeyi yönetenler hukuk kurallarını paspas etmekten çekinmiyorlardı. Sokakta maskesiz dolaşan yurttaşa ceza kesilirken iktidar partisi lebalep kongreler yapıyordu. Tek adam rejiminden demokratik yoldan hesap sormak olanaksız hale gelmişti.

*

24 Şubat 2022’de başlayan Rusya-Ukrayna çatışması gerçekte NATO ile Rusya arasındaydı. Bu kavga, gücü zayıflayan Atlantik’le dünya sahnesinde yerini alan Avrasya ve Pasifik arasındaki büyük hesaplaşmanın tamtam sesiydi. Dünya yeniden şekillenecekti. Bütün ezberler bozulmuştu!

2023 Haziran’ında yapılması gereken Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri siyaseti hareketlendirdi. Ana muhalefet partisi CHP ve İYİ partinin öncülüğünde altı parti bir araya geldi ve 28 Şubat 2022 günü ünlü Bilkent bildirisini yayınladılar. Birkaç gün sonra metni inceleyen ve irdeleyen politikacı, akademisyen ve gazeteciler düşük ölçekte de olsa eleştirilerini sıralamaya başladılar. Cumhuriyet kurulmadan önce düzenlenen 1921 Anayasası kutsanırken, 1924 ve 1961 Anayasaları suçlanıyordu. Metinde Atatürk’e ve lâiklik ilkesine gerekli yer verilmemişti. Eleştiriler düşük ölçekteydi; çünkü halkı canından bezdiren iktidar ve tek adam rejiminden bir an önce kurtulmak gerekiyordu. Ses yükseltilirse yanıt hazırdı. “Şimdi sırası mı? Kimin ekmeğine yağ sürüyorsun?”

Parlamenter rejime dönmek ve demokrasiyi yeniden yaşama geçirmek yurttaşların beklentisi haline gelmişti. Bildiride demokratik istemler dışında ekonomik proje, model, çözüm ve uygulamaya ilişkin söylem görünmüyordu. Kamuoyu şu günlerde tek adam rejiminden kurtulma umudu içinde…

*

O zaman ne yapmalı? Bu sorunun yanıtı memleketin geleceğini belirleyecek. Salgın sonrası yaşanan olaylar, karşılaşılan sorunlar ve güç yaşam kavgası ortalama yurttaşımızın sağlık, eğitim, ekonomi ve politika eğitimi almasını sağladı. Tarlasını ekemeyen köylü, kepengini kapayan esnaf, intihar eden müzisyenler, geçinemeyen öğrenciler, hastane kapısında bekletilen hastalar, asgari ücret zammını alamadan parası buhar olan işçiler, kapağı yurt dışına atma telaşındaki doktorlar ve aydınlar… Bu örnekleri çoğaltmak olası elbette. Ama dünyayı yeniden keşfedecek değiliz. Hayat bize doğru yolu gösteriyor. Çok kaba da olsa ne yapmalı sorusuna yanıt vermemizi sağlıyor. Nedir onlar?

Pandemi sonrası tüm dünyada ve ülkemizde yaşananlar gösterdi ki eğitim ve sağlık kesinlikle kamunun elinde olmalıdır. İnsanların yaşam hakkı her türlü tartışmanın üstündedir. Sağlığın kamu ağırlıklı olması artık ideolojik tercih olmaktan çıkmıştır. Savaşta yurttaşını cepheye gönderen, kanını ve canını isteyen devlet barışta onu yazgısıyla baş başa bırakamaz. Hastaneler, her türlü tıbbi tetkik, ilaç ve tedavi ücretsiz olmalıdır.

Eğitimde fırsat eşitliği de en doğal insan hakkıdır. Okul, defter, kitap, araç, gereç, burs, yurt olanaklarını devlet yurttaşına ücretsiz sunmak zorundadır. Ülkenin hangi meslek dalına ne kadar gereksinimi varsa Devlet Planlama Teşkilatı sayıyı belirleyecek ve öğrenciler ona göre eğitileceklerdir. Özel hastane ve okullar, devletten hiçbir teşvik almadan öz sermayeleriyle ulusal ve uluslararası ölçülere uygun çalışıyorlarsa elbette toplumsal yaşam içinde yerlerini alacaklardır.

Türkiye son 20 yılda tarımda düştüğü utanç verici durumdan kurtarılmalıdır. Özelleştirilen tarımsal KİT’ler yeniden kurulmalı, mevcutlar işlevsel hale getirilmelidir. Kırsal kesimde devlet destekli özerk kooperatifçilik ve planlı üretim öne çıkmalıdır. Tarım girdilerinde ucuzluk sağlanmalı, ana ürünler için çiftçilere alım güvencesi verilmelidir. Esnaf ve köylülere katkı amacıyla kurulan devlet bankaları kuruluş amaçlarına uygun çalışmalıdır.

Salgın ve yaşanan yüksek enflasyon elektrik ve doğal gazın da yaşam hakkı olduğu gerçeğini kanıtlamıştır. Enerji üretim ve dağıtımı yüksek kâr peşindeki müteahhitlere bırakılamaz.

Çalışma yaşamı ile sendikal hak ve özgürlükler İLO ölçülerine göre düzenlenmelidir. İşçi sınıfının yıllar boyu elde ettiği anayasal ve yasal haklar korunmalı, kayıt dışı çalışma ve ucuz emek sömürüsüne son verilmelidir.

Devlet kadroları nitelikli, birikimli ve deneyimli personelden oluşmalıdır. Devlet Planlama Teşkilatı yeniden hayata geçmeli planlı karma ekonominin yol göstericisi olmalıdır. Tüm bunlara karşı ileri sürülen klasik soruyu biliyorum. “Pekiyi kaynağını nereden bulacaksın?” Namuslu ekonomistler elbette bunun yanıtını verirler. Ama gerçekler o kadar sırıtıyor ki, adına beşli çete denilen ve yurt dışı yargı güvencesine sığınan yüklenicilere sağlanan ayrıcalıklar, vergi sıfırlamaları, yıllar boyu ödenecek paralar düze çıkmamız için yeter de artar bile. Bütün sorun iktidarda bulunan siyasal kadronun sınıfsal tercihidir. Tercihiniz çalışanlardan değil zenginlerden yanaysa girdiğiniz çıkmaz sokaktan geri dönemezsiniz.

Yazılanlar benim kuşağıma pek yabancı gelmiyor sanırım. Atatürk Türkiye’si galiba böyle bir modelle başarıya ulaşmış, eğitimde, sağlıkta, tarımda, ekonomide, dış politikada sıçramalar yapmış, çağdaş uygarlığa yönelmişti. Bugün de bağımsız, demokratik ve planlı karma ekonomi ile yönetilen Türkiye tüm zorlukları aşacak ve kısa sürede dünyaya kendini kanıtlayacak güçtedir. Yeter ki o toplumsal heyecan yaratılsın, yurttaşların devlete olan güveni yeniden sağlansın…

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.