Erol Çevikçe
NEFRETİN ESİRİ “BİRİLERİ”
Türkiye diş politikasının geldiği durum, bağnaz bir duygusallıkla sürdürülen içe dönük kurnaz bir propaganda görünümünde.
Eğer hazinemiz bomboş-liramız pul olmasa, pahalılık ve işsizlik %100’ü aşmasaydı, AK Saray’ın ABD ve Rusya’nın YPG’ye verdiği silah dahil her türlü desteği sürerken, NATO’ya başvuran İsveç ve Finlandiya, kırk yıldır tırmanan ayrılıkçı terörün baş sorumlusu olarak hedef düşman durumuna getirilmezlerdi.
“İstanbul’u kaybedersek Türkiye elimizden gider” korkusuyla girdikleri 2019 yerel seçim öncesinde de terörist dedikleri bir papaz için ABD Başkanına “Osmanlı Tokadı”, bir yazar için AB liderlerine de “Göçmen Salma” tehditleri savurmuştu.
Asıl diyeceklerime geçmeden anımsatalım, İstanbul başta bütün büyük şehirleri kaybettiler, papazı da bıraktılar, göçmenler de dolar karşılığı vatandaş olma yolunda 3 milyondan 8 milyona çıktı.
Halkın ise, artık Askeri Harekâtlara karşı duyarlığı azalmadı ama yaralar, acılar ve sızılar kangren oldu.
Bağımsızlığımıza ve egemenliğimize kavuştuğumuzdan yüz yıl sonra, laik demokrasiyi özümsemeye çalışan tek Müslüman ülke Türkiye’miz, içerde siyaseten ayrışan, çevresiyle savaşan ve dünyayla ağız dalaşı yapan bir konumda.
Neydi Türkiye Cumhuriyetinin dış ilişkilerdeki temel politikası; “yurtta barış, dünyada barış”. Düne kadar ileri devletlerle ayni düzeydeki diplomasimizi güçlü tutan kadroların eğitiminde payı olan Prof. Haluk Ülman, bu temel politikayı iki başlıkta şöyle somutlaştırırdı: Bir, “Dış politikada duygusal düşüncenin, beklentinin, kararın ve söylemin yeri yoktur”. İki, “bulunduğunuz zaman dilimi içinde, güçlü ülkelerin çıkarlarını, kendi çıkarlarınızla çatıştırmamanın yolunu bulacaksınız”.
Bu politikanın önemini belgelemesi bakımından, benim de içinde olduğum hükümetin Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in 1974’de, Kıbrıs Barış Harekâtı öncesindeki tespitini anımsatmak istiyorum: “Bunalımın, askeri işe karıştırmadan çözülmesinde Türkiye’nin geleceği açısından yarar var”.
Yıllar içinde Turan Güneş Hocamızın ne denli haklı olduğunu yaşayarak gördük. Türkiye hala Kıbrıs sorununun çözülememesinin sıkıntılarını yaşıyor.
Şimdi, 20 yıl yani AKP öncesine kadar başarıyla sürdürülen bu politikadan dönüşün, niçin ve nasıl bu günlere geldiğini belgeleyelim:
Sovyetler Birliğinin çöküşünden beri dünya halkları kendini, etnik, din ve mezhep kavgasından kurtaramaz oldu. Başta Ortadoğu olmak üzere Doğu Timor’dan İspanya’ya kadar bu uğurda altmış yıldır akan kan, nerdeyse iki dünya savaşındakini aştı.
Üstelik bu acıyı çeken yoksul ülkeler, gencecik canları soyut bir dava uğruna yitirirken, başta ABD ve diğer silah satıcısı zengin ülkeler ellerini ovuşturarak, daha çok silah üretmek için yarıştılar.
Bosna’da yükselen ve Orta Doğu’da hızını artıran bu kan davasına, New York'ta Gökdelenlerin vuruluşu 11 Eylül 2001’den sonra “İslami Terör” yaftasını bilerek vuranlar da, yine bu küreselleşme düzeninin patronlarıydı.
Mısır’da olduğu gibi, Somali’den Ukrayna’ya, İspanya’dan Kırgızistan’a sözde demokrasiyi de kullanarak halkları birbirine düşman etmeye ve sonunda kan revan içinde ayrılmaya zorlayanların gözleri daha da kararmış durumda.
Aslında bu sömürgen egemenler, petrolün bulunmasıyla birlikte, ekonomik çıkarlarını artırmanın ancak bu yolla mümkün olduğunda yanılmadılar. Wilson prensiplerinden, Truman doktrininden ve Churchill’ in planlarından, Bush’un Büyük Ortadoğu Projesine kadar öngörülerinin ve kurgularının hepsi de aynıydı.
Amaçları, başını dik tutanları, bir yolunu bulup kendi içinde ve aralarında birbirine düşürmek ve ekonomik açıdan dışa bağımlı kılmaktı. Bunun en kestirme, ama acımasız yolunu da tarih göstermişti;
Osmanlının gerileme döneminden buyana İmparatorluğun sürüklendiği savaşların asıl nedeni, dışardan desteklenen ırk ve din milliyetçiliği olmuştur. Yemen’den eski Sırbistan’a uzanan kanlı başkaldırıların ve ihanetlerin arkasında hep ayni saldırganların, sömürgen emelleri vardı.
O tarihi çok iyi okuyan Mustafa Kemal ile arkadaşları ve 12 Eylül 1980’ne kadar o inançla ülkemizi yönetenler, dış egemen güçlerin olağanüstü çabalarına karşın, 2. Dünya Savaşında olduğu gibi bu tuzağa düşmemeyi başardılar.
Ancak iktidar gücüne-servetine-vesayetine doymak bilmeyen kin ve nefret hırslarının esiri olan BİRİLERİ, üstüne oturdukları mirasın bu gerçeğini “iyi okumak” bir yana kin ve nefret içinde “hiç okumadılar”.
Uygarlık yarışından vazgeçip, bilinçaltındaki bağnaz ve batıl ezberleri uğruna ülkeyi karanlığa ve yalnızlığa, halkı da umutsuzluğa ve kulluğa mahkûm ettiler.
İki satır okusalardı daha dünlerde Avrupa’nın orta yerinde benzer başka birilerinin sonundan olsun ders alırlardı!
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.