ORTADOĞU YENİDEN KAN GÖLÜ!

MAVİ YOL Sözcülerinden Uluç Gürkan Uyarıyor:

„BÖYLE GİDERSE, SAVAŞ KAPIMIZA DAYANABİLİR…“

Takvimlerin 6 Şubat 2023’ü gösterdiği gün Hamas’ın İsrail’e yönelik beklenmedik bin zamanda ve yüzlerce İsrailli sivilin hayatına mal olan füze saldırısı ve karşılık olarak İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “topyekün savaş“ ilanı, hem bölgeyi hem da dünya dengelerini önemli ölçüde altüst edeceğe benziyor.

Filistin toprakları olan Gazze’ye yönelik İsrail hava operasyonları, binlerce insanın ölümüne sebep olurken, Hamas’ın her saldırı halinde bir İsrailli rehinenin canlı yayında öldürüleceği tehdidini duyurması, şiddet ve savaşın korkunç yüzünü de açıkça ortaya koyuyor.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, birkaç gün gecikmeli de olsa, savaş taraflarına itidal çağrısı yaparken, „arabuluculuğa“ hazır olduğumuz yönündeki açıklaması uluslararası arenada karşılık bulmadı. Bu durum, Türkiye’nin AKP iktidarıyla birlikte, komşuları ve yakın bölge ülkeleriyle iyi ilişkilere ve dayanışmaya öncelik veren kadim “bölge merkezli” dış politikasının yerine mezhep odaklı yaklaşımlara yönelmiş olmasına bağlanıyor.

Ankara’da yeni kurulan „MAVİ YOL“ adlı bir düşünce hareketinin sözcülerinden, TBMM eski Başkan Vekili Uluç Gürkan, gerek Hamas’ın eylemini, gerek İsrail ordularının karşı hava hareketini, olayın sonuçlarına bakarak „terör“ ve „devlet terörü“ şeklinde tanımladı. Gürkan, gelişmeleri farklı açılardan değerlendirirken, Bülent Ecevit döneminde etkin sonuçlar ortaya koyan bir dış politika anlayışına işaret etti ve Cumhurbaşkanı’nın, Türkiye adına yapması gereken tek şeyin, „bölge merkezli bir dış politika“ya yeniden dönmek olduğunu özellikle vurguladı.

Uluç Gürkan, İsrail ile Hamas arasında çıkan bu korkunç çatışmaların dünya açısından dengeleri değiştirebilecek neticelere sebep olabileceğinin altını çizerek: „Önlem alınmaz ve taraflar sağduyuya ve görüşmeye ikna edilmez ise, bu savaş kapımızın önünde iyice genişleyebilir ve bize de büyük zararlar verebilir“ uyarısında bulundu.

Gürkan bölgenin bir anda yanmasına yol açan gelişmeleri analiz ederken, şu görüşleri dile getirdi:

„…Bugün çatışmaların hüküm sürdüğü bu coğrafyada, İsrail’in nasıl bir devlet kurma hakkı var ise, aynı bölgedeki diğer uluslar da kendi devletini kurma ve özgürce yaşama hakkına sahiptir. Yani bu temel hak, uzun yıllar boyunca devletleşme çabasını sürdüren Filistin halkı için de geçerlidir. Ancak bu yönde nihai bir sonuç alınamamıştır. Bunun da kökeninde, İsrail’i koşulsuz destekleyen gelişmiş Batı ülkelerinin, Filistin’i hak ettiği biçimde sahiplenmemesi gerçeği yatıyor. Ayrıca ana sebeplerin başında, mesela dünyada gelişmişlik bağlamında öncü Batılı güçlerin meseleye ırkçı ve din temelinde yaklaşmasını da gösterebiliriz. Bunu da Filistin sorununda rahatlıkla somutlayabiliriz. BM örneğine bakarsak, bu topluluk içinde yer alıp, İsrail’i tanıyan devlet sayısı yaklaşık 165 civarında ve İsrail BM’nin asli üyesidir. Oysa Filistin’i devlet olarak gören ülke sayısı ise, son verilere göre 136 idi ve Filistin bu uluslararası üst kuruluşta asli üye olarak değil, sadece gözlemci konumuyla kabul edilmiştir. Bu açıkça, din temelli, önyargılarla beslenen bir çifte standarttır. Filistin meselesinin başlangıcından bu yana bir türlü çözüme kavuşturulamamış olmasının nedenini biraz da bu doğrultuda görmek gerekir. İsrail’in 1967 Savaşı’ndan beri işgal ettiği Batı Şeria ve Gazze bölgesi ile Suriye’ye ait Golan Tepeleri’nden hala tam anlamıyla, BM kararına rağmen açıkça çekilmemiş olmasını unutmamak gerekir. Bir diğer deyişle, Filistin Batı Şeria’da var ve BM’in „…bu toprakların Filistin’e ait olduğu..“ yönündeki kararına rağmen, İsrail de orada fiilen vardır. Yani İsrail, mesela Mısır’a ait Sina Yarımadası’ndan güya BM kararına uyarak çekildi ancak, Filistin ve Suriye’ye ait bölgelere özgü BM kararına uymadı ve hala uymuyor. Yani İsrail, 50 yıldır tüm işgali Filistin bölgesinde uyguluyor. Oysa Batılı güç odakları isteselerdi, İsrail’i BM kararlarına uyma ve işgal altındaki topraklardan çekilmeye çok çabuk zorlayabilirlerdi. Hatta İsrail, yıllardır yeni yerleşimcilerle işgal hareketini adım adım gün ve gün giderek genişletiyor ve bunun için de, bilindiği gibi yer yer ağır şiddete de başvurageldi. Bu arada Filistin halkının önemli bir bölümü de, yaşadığı sıkıntılara çözüm olarak, Filistin devletini değil, Gazze’deki Hamas terör örgütünün yanında olmada gördü. Bu bağlamda Filistinli toplumunda da karmaşık bir tablo ve gücün kimde olduğu yönünde bir somut belirsizlik var…“

Hamas’ın, savaşın patlak vermesine yol açan füze saldırısının, İsrail’i şaşırttığını belirten Uluç Gürkan, bu ilk kanlı hamleyi „İsrail’in savunma zaafından yararlanma“ olarak da tanımladı. Hamas saldırısının, „İsrail devletinin yenilmez ve dokunulamaz imajı“nı yıkacak düzeyde ağır sonuçlar ortaya koyduğunu da sözlerine ekleyen MAVİ YOL Hareketi sözcüsü Uluç Gürkan daha sonra, konuya ilişkin şöyle bir değerlendirmede bulundu:

„…Bu durum, her ne kadar kimi çevrelerce bir „meşru müdafa“ olarak tanımlansa da, saldırının sonuçları bağlamında, bir terör eylemi görüntüsü verdiği kesindir. Bu noktada hiç kuşkusuz, İsrail’in de teröre karşı önlem alması, karşı hamlesini yapması doğaldır ve BM sözleşmesi de zaten bu hakkı her devlete tanıyor. Ancak İsrail’in karşı atağında görülebileceği gibi kullandığı oransız güç ile, doğrudan sivil asker ayrımı yapmamıştır. İsrail yönetimi, ordusuna savaş hukukunun gerektirdiği kuralları uygulamayacağını ilan ederek askerlerini savaş suçu işlemeye davet etmiştir. Ne yazık ki, bu karşılık da, açıkça devlet terörüne dönüşmüştür. Devlet terörü boyutu kazanmıştır. Yani Hamas örgütü, sonuçları itibarıyla açık bir terör eylemi yaparken İsrail de, uygulamaya bakılacak olursa, devlet terörü boyutlu ağır saldırılarda bulunmuştur. Tekrar altını çizerek söylüyorum; ABD ve AB, gerçekten isteseler, Hamas’ı bir günde bertaraf edip, mevcut Filistin devlet yönetimi ile İsrail’i aynı masaya oturtabilir ve sorunu kısa sürede çözüme kavuşturabilirler. Ama tam aksine, son örnekte olduğu gibi, ABD ve AB güçleri, açıkça devlet terörü uygulayan İsrail’i desteklemeyi sürdürüyor. Bu yüzden de temel sorun bu noktada kilitlenmiş ve oldukça tehlikeli bir noktaya gelmiş bulunuyor…“

BM verilerine göre, İsrail’in ağır baskıları yüzünden yaklaşık 400 bin Filistinli’nin Gazze’deki Filistin’in topraklarından, kaçmaya, göçe zorlandığı artık yıllardır biliniyor. Filistin topraklarına, Hamas terörü gerekçesiyle İsrail’in bombalamanın yanısıra, ek ağır yaptırımlara yönelmesi de, tartışma konusu oluyor. Örneğin İsrail’den Filistin bölgesine verilen su ve elektriklerin kesilmesi de, yeni bir „terör“ türü olarak tanımlanıyor.

Aynı görüşü paylaştığını ifade eden MAVİ YOL Hareketi sözcüsü Uluç Gürkan: „İsrail’in, savaş kurallarına da kesinlikle aykırı olduğu bilinen bu sert kararı, açlık ve susuzluk sonucu, açıkça  ölümlere yeni ve ağır bir davettir. Bu insanlık dramına acilen bir çözüm bulunmalıdır. Uluslararası çevreler, önyargılarından uzaklaşıp, insanlık adına müdahale yapmalıdır…“ görüşünü dillendirdi.

Bugüne dek ortaya koyduğu ve arabuluculuğa soyunma şeklindeki son beyanları, Türkiye’nin bir devlet olarak üzerine düşen sorumluluğunu gösteriyor mu acaba? Erdoğan’ın gecikmeli de olsa, yaptığı „itidal, sağduyu“ çağrıları, arabuluculuk yapmaya hazır olduğu yönündeki açıklamalar, uluslararası alanda nasıl bir yankıya yol açtı?“ sorularına da yanıt arayan Uluç Gürkan’ın, bu konudaki uyarı nitelikli yanıtı şöyle:

„…Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, bugüne dek „Filistin bizim herşeyimizdir.“ çizgisinden  bir anda uzaklaşarak, bir denge politikasına yöneldiği ortadadır. Yani, Erdoğan, ABD ile ilişkilerinin kötüleşmemesi için, İsrail’i asla küstürmemesi gerektiğini iyi biliyor. Yani „sözüne güvenilir bir abi“ pozisyonu vererek, arabuluculuğa hakemliğe soyunması doğrudur. Ne var ki, bu söylemlerin uluslararası kamuoyunda hiçbir karşılığı olmamıştır. Geçmiş hükümetler dönemine baktığımızda, örneğin ne zaman İsrail ile Suriye arasında bir sorun çıksa, Türkiye’nin arabulucuğu hemen kabul görmüştür. Ancak AKP iktidarı ile birlikte, Türkiye’nin dış politikası, komşularıyla iyi ilişkiler geliştirme yerine, mezhep odaklı bir çizgiye yönelmesi üzerine, bu denge tamamen ve olumsuz anlamda değişmiştir. Türkiye „arabuluculuğa hazırım“ dese bile, ne İsrail, ne de uluslararası kamuoyu bu çağrıya bir tepki vermemiştir ve hiç konuşulmuyor bile. Gündemde sadece Mısır’ın arabuluculuğu ihtimali var. Türkiye geçmişte ne yazık ki yaptığı hatalar nedeniyle, tarafsız görünüp, hakemlik yapmaya hazır olduğunu ortaya koysa da, maalesef bir geri dönüşüm alamadı. Yani Erdoğan’ın bu çıkışı bence hiç ciddiye alınmıyor. Oysa Ecevit’in uygulamalarında olduğu gibi, kadim Cumhuriyet’imizin bölge merkezli dış politikası ile, Türkiye böylesi görevleri sıklıkla yerine getirmiştir. Türkiye olsa olsa, gelinen bugünkü noktada, sadece koridor vazifesi görülecektir ve insani yardımların ulaştırılması için bir geçiş bölgesi olarak kullanılacaktır. Bu da coğrafi konumuyla ilgili bir bir durumdur ve doğaldır. Ama arabuluculuk konusunda ciddiye alınmaması, geri dönüşün hiç olmaması, Türkiye açısından vahim ve çok üzücü bir durumdur…“

Batılı güç odakları, ABD ve AB desteğini arkasına alan İsrail’in bu ruhla, savaş kurallarını gözetmeden kanlı operasyonlarına devam edeceği, birçok kesimin ortak analizi olarak ortaya çıkıyor. Yapılan son açıklamalara bakılacak olursa. Gazze, Batı Şeria’nın da ötesinde, İsrail’in, Suriye’yi ve Hizbullah nedeniyle Lübnan’ı da hedef alacağı izlenimi öne çıkıyor. Nitekim, Perşembe günü Suriye’deki kimi hedeflere yönelik yeni roketli saldırılar da, bu olası gelişme eksenli kaygıları da artırıyor. Eğer gelişmeler böyle devam edecek olursa,, süreç nereye kadar uzanabilir acaba? Sonuçları ne olabilir?..“

MAVİ YOL Sözcüsü Uluç Gürkan, bu eksende şöyle bir uyarıcı analizi daha gündeme taşıyor:

„…Şimdilik olmasa bile, Lübnan’daki Hizbullah yapılanması açısından İran’ın da uzun vadede hedef olması söz konusu olabilir. Malum, Hizbullah’ın elinde İran destekli, güdümü olan, son derece yüksek teknolojiye sahip füze potansiyeli olduğu biliniyor. Bunların Hamas’ın elindeki füzelerden de daha etkili olduğu bir gerçektir. İsrail, Hizbullah’un bu cephaneliğini yok etme kararlılığındadır. Bu açıdan İsrail, Gazze’de tam hakimiyeti sağladığında, bu kez yönünü Lübnan’a ve Hizbullah’a çevirebilir. İsrail, Batılı güçlerin desteğini arkasında hissettiği sürece, yoluna devam edecek ve bir gün Suriye’ye dayanabilecektir. Böylesi bir durumda ise, işin içine Rusya kesinlikle girecektir. Bu arada, ABD ve İsrail devletinin, İran’ın elindeki nükleer silahları yok etme planını dikkate alırsak, bu kez Tahran’ın hedefe oturtulması gündeme getirilirse, şaşırmayalım. Gelinebilecek bu noktalar, son derece tehlikeli bir tablodur. İsrail böyle başıboş bırakılır ve ABD de kendisine yoğun desteğini sürdürürse, bu gidişat, söylemesi acı ama gerçektir. Genişleyerek kapımıza dayanacak olan savaş, bizi de içine çekebilecektir. Bu süreçte, İsrail ve Batılı müttefiklerinin niyetlerinden biri de, Türkiye’yi İran ile çatışma noktasına getirmektir. ABD’nin Erdoğan’a verdiği desteğin gerekçesini de burada aramak gerekir. Çünkü kaygım o ki, İsrail ve müttefiklerinin Türkiye ile İran’ı çatıştırma hayalini, ancak Erdoğan iktidarı gerçekleştirebilir. Ancak, Türkiye’nin yüzyıllık devlet deneyimi, buna imkan tanımaz diye düşünüyorum ve böylesi bir İran Türkiye çatışmasını da asla düşünmek de istemiyorum…"

Uluç Gürkan, MAVİ YOL Hareketi’nin, Türkiye’nin „yurtta ve dünyada barış“ eksenli devlet politikası ile, komşularla iyi ilişkilere, dengeye önem veren bir dış siyaset çizgisine inandığını da hatırlatarak: „…Türkiye acilen Cumhuriyet’in, merhum Ecevit’in bölge merkezli diye tanımladığı, kadim, köklü dışpolitika anlayışına bir an önce geri dönmelidir. Aksi takdirde, AKP iktidarının geliştirdiği bu zig-zag politikalarla çok ciddi sıkıntı ve sancılara gebeyiz. Buradan altını çizerek uyarıyoruz…“ diyerek sözlerini şöyle sürdürdü:

„…Bu olay, ABD’nin Ortadoğu politikasıyla ilgili olarak, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır ile israil’i yakınlaştırma girişimlerini de etkileyebilir. İran karşıtlığında bu ülkeleri birarada tutabilir ama Filistin konusunda, Türkiye gibi „itidal çağrısı“nı tercih etseler bile, İsrail ile yakınlaşma konusunda kendi kamuoylarını dışlayarak fazla ileri gidemezler. Yani Filistin’i satsalar bile, İsrail ile bu yakınlaşmayı daha fazla sürdüremezler….“

Bölgedeki bu korkunç savaşın yerini sağduyu ve barış sürecine bırakmaması halinde, dünya yeni bir göç süreci ile de karşı karşıya kalabilecek. Bu süreçten ilk ve en ağır olumsuz etkiyi, kesinlikle Türkiye yeniden yaşayabilecek.

Bu gerçek dikkate alındığında Türkiye’nin gerekli önlemleri alması gerektiği yolundaki görüşü doğrulayan Uluç Gürkan, son olarak İsrail Hamas arasındaki savaşı analiz ederken, konuyu MAVİ YOL sözcüsü konumuyla oldukça farklı bir pencereden ele aldı ve Türkiye’yi yöneten AKP’ye bir tavsiyede bulundu:

„…Bunun Türkiye açısından mutlaka değerlendirilmesi gereken enteresan bir sonucu vardır. Türkiye bunu mutlaka değerlendirmelidir. Hindistan’daki G20 Zirvesi’nde, Türkiye’yi açıkça baypas eden Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden bir Hint Koridoru düşünülüyordu. Bu proje, son gelişmeler yüzünden artık rafa kalkmış sayılır. Çünkü bu projenin yürüyebilmesi Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail ile açıkça kenetlenmesine bağlı bir projedir. Şu günlerde yaşadığımız savaş durumu, bu projeyi bozmuştur ve en azından belli bir süreliğine bu proje uygulanamaz duruma gelmiştir. Türkiye bu gerçeği dikkate alarak, kendi dış politikasındaki geçmiş dönemlere özgü ve etkili olan, bölge merkezli dış politikasını, yeniden ve ivedilikle yaşama geçirmelidir…“

Önceki ve Sonraki Yazılar