Erol Çevikçe
ERİŞİLMEZ GÜCÜN SONU…
Recep Tayyip Erdoğan, Erbakan Hoca’nın elinden milli görüş teşkilatını alıp AKP’yi kurarken kader birliği ettiği ilk dört Kardeşini silkeleyip atalı epeyi yıl oldu.
Anımsayalım: Önce 2007 seçimine giderken Abdüllatif Şener, -özelleştirmelerde yakınlarını kayırmasına- karşı çıktığı için dışlandı ve savruldu gitti. Arkasından Mehmet Ali Şahin önemsizleştirildi ve kenara itildi. Hadi diyelim, “onlar zaten, diğer ikisi kadar lüzumlu ve değerli değillerdi”.
Demokrasi onun için amaç değil araç iken, asıl hedefi yolunda, birlikte “kan kusup kızılcık şurubu içtim” dediği Abdullah Gül ve Bülent Arınç’a çok ihtiyacı vardı. Vesayeti askerden kendi eline alıp, yargıyı sindirdiğinde, artık hedefine tek başına yürüyebilirdi!
O nedenle sırada Suriye ve Mısır başta, dış politikada ayak bağı gördüğü Cumhurbaşkanı Gül vardı. Gezi olaylarında, “demokrasi sadece sandık değildir” dediğinde Abdullah kardeşi, zaten yok sayılmayı hak etmişti!
Uğrunda seller gibi gözyaşı döken Bülent Arınç’ın, -Gezinin çapulcularıyla- görüşmesi suyunu ısıttı. Derken, arkasından gelen dershaneler çıkışı, Arınç’ın da defterini dürdü.
Onlardan sonra, IMF’ye ihtiyacı olduğu için yanına aldığı Ali Babacan’ı ve sözünden çıkmaz diye hem patisine genel başkan hem de başbakan yaptığı Ahmet Davutoğlu’nu da (işleri bitince) fırlatıp attı.
Artık sözde inanç bağlılıkları ama aslında tamamen maddi çıkarları için kendisine tapan akraba ve tarikat taifesi ile Tek Adamlığını (Hilafetini) sürdüreceğine inanmıştı… Ki evrensel ve küresel olaylar gerçeğin öyle olmadığını çok kısa zamanda gösterdi.
Ne var ki, bilinçaltındaki ezberinin ve bilinç üstündeki hırs-kin-şöhret gibi menfi duygularının, o gerçekleri göremeyecek kadar esiri olmuştu. O denli hak, hukuk, örf, adet çiğnemişti ki, geri dönüş onun için artık, adeta zifiri karanlıktı…
Bütün bunlar bana, Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in, 1982’de yazdığı “Yüzyıllık Yalnızlık” romanından bir bölümü bir kez daha okumama ve paylaşmama neden oldu.
* * *
“Albay Aureliano Buendia, öfkelendiğini hiç belli etmedi ama öfkesi ancak muhafızları evi yağmalayıp bir kül yığını haline getirdikten sonra yatıştı. Albay Marquez ‘yüreğini kolla, Aureliano,’ dedi, ‘ölmeden çürüyorsun’. Albay Aureliano Buendia, o günlerde, ileri gelen asi komutanları ikinci kez toplantıya çağırdı. Bu toplantıda her çeşit insan vardı; ülkücüler, gözünü hırs bürüyenler, serüven arayanlar, toplumla bağdaşamayanlar, adi suçlular bile geldi. Diğer yargılarındaki ayrımlar yüzünden bir iç patlamanın eşiğine sürüklenen bu her boyadan boyalı toplulukta, bir tek otorite sivriliyordu; General Teofilo Vargas. General, Tanrı’nın kendisine ödevler verdiğini çevresindekilere yutturan, düzenbaz, saf kan bir Kızılderili idi. Albay Aureliano Buendia, subaylarına ‘Gözümüzü üzerinden eksik etmememiz gereken vahşi bir hayvan bu’ dedi. Bunun üzerine her zaman çekingenliği ile tanınan genç bir yüzbaşı ürke, ürke parmağını kaldırdı. ‘Kolayı var, albayım’ dedi. ‘Bu adamı öldürelim’.
Albay Aureliano Buendia, önerinin soğukluğuna şaşırmadı da, bir saniye farkla kendisinden önce davranmış olmasına içerledi. ‘Böyle bir emir vermemi beklemeyin’ dedi. Doğrusu istenirse, böyle bir emir de vermedi. Ne var ki, iki hafta sonra pusuya düsen General Teofilo Vargas kamış baltalarıyla paramparça edildi ve Albay Aureliano Buendia başkomutanlığı üstlendi. Bütün asi komutanların kendisini başkomutan olarak tanıdığı gece, Albay Aureliano Buendia uykusundan korkuyla fırladı, bir battaniye istedi. Bu üşüme yüzünden birkaç ay uyuyamadı; sonra üşüme alışkanlık haline geldi. İktidar sarhoşluğu, tedirginlik dalgalarıyla dağılmaya başladı. Aureliano, belki üşümesine iyi gelir diye, General Teofilo Vargas’ın öldürülmesini öneren genç subayı kurşuna dizdirtti. Aureliano’nun emirleri, daha ağzından çıkmadan, kendisinin göze alamayacağı aşırılıklara vardırılıyordu. Albay Aureliano Buendia, erişilmez gücün yalnızlığına battı...”
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.