Turgay Develi
Seçmenin öfkesi
ABD başkanlık seçimleri bir kez daha ve beklenenden büyük bir farkla Trump zaferiyle sonuçlandı. Şarkıda da dendiği gibi bize her şey Türkiye'yi hatırlattığından mı, yoksa benzerliklerin aşırılığından mı bilinmez; gerek mağlubiyete giden yolda Demokrat Parti’nin yaptığı hatalar, gerekse de mağlubiyet sonrası yaşadıkları yıkım ve verdikleri tepkiler, gören gözlere Türkiye muhalefetini bolca hatırlatıyor olmalı... Kızına konuşurken gözünün ucuyla gelinini kesen kaynana misali, bazı şeyleri ABD örneği üzerinden tekrar etmek gerekiyor sanırım ki belki Türkiye'de işine gelmeyenler anlar.
İkinci Trump döneminin dünyaya, var olan politik ve ekonomik sisteme ve uluslararası düzene büyük etkileri olacaktır şüphesiz, ancak gelecek üzerinden konuşmadan önce seçimin kendisinin incelenmeye değer olduğunu düşünüyorum:
Donald Trump’ı uzun uzadıya tarif etmeye, ne kadar berbat bir insan ve politikacı olduğunu tekrar etmeye gerek yok: Eylem ve söylemleri ırkçı, ayrıştırıcı, yabancı ve kadın düşmanı; kişiliği ve tarzı herhangi bir devlet terbiyesinden fersah fersah uzak, ticari ilişkileri son derece şüpheli, boğazına kadar yolsuzluğa batmış, gerek Başkanlığı süresince, gerekse özel hayatında muhtemelen defalarca suç işlemiş bir figürden söz ediyoruz. Böyle bir figür seçim kazanınca tepkiler de son derece sert ve duygusal oluyor haliyle... İlk reaksiyon olan seçmeni suçlama, her zamanki gibi yine en popüler savunma mekanizması. Ancak asıl sorulması gereken soru, demokratların böyle bir figüre karşı seçimi açık ara kaybetmeyi nasıl başardıkları olmalı. Bu soruyu ve durumu elbette Türkiye’ye direkt olarak uyarlamak mümkün.
ABD SEÇMENİ İLE BENZERLİK...
Cevap, çoğu zaman olduğu gibi, ‘sol’ olduğu iddiasında olan bir partinin, insanların gerçek problemlerine sırt çevirerek kimlik siyaseti odaklı şeylerle uğraşması, kendine bunları dert edinmesinde gizli. Demokrat Parti’ye hakim olan ‘ilerici’ kanadın siyasi dilini neredeyse tamamen cinsiyet ve ırk eşitliği, farklı cinsel yönelime sahip olanların haklarının korunması ve bu alanlardaki ayrımcılığın sona erdirilmesi gibi konulara odaklanarak oluşturması, en azından kendilerini bu propagandaya açık hale getirmesi, geleneksel olarak demokrat olan seçmenlerin dahi kitleler halinde demokratlardan uzak durmaları sonucunu doğurdu. Aksi gibi, Demokrat başkan adayı Harris’in ekonomik politikalar konusunda ciddi bir vaadinin olmaması; seçim kampanyasının büyük bir kısmını küreselleşme karşıtı temalar üzerine inşa eden Trump’a zaferi altın tepsiyle sundu. Türkiye’de hala kimlik ve mezhep siyasetinden medet umanlara duyurulur...
Seçim sonuçlarına bakıldığında Demokrat Parti’nin hezimetinin ipuçları kolayca görülebiliyor: Geleneksel olarak blok halinde Demokrat Parti’ye oy veren siyahiler, latin amerika kökenliler gibi çok büyük seçmen gruplarının çözülerek bir kısmının Trump’a oy verdiği, bir kısmının ise sandığa gitmediği açıkça görülebiliyor. Benzer şekilde Trump, 2016 yılındaki ilk zaferini de Demokratların kalesi olan Rust Belt eyaletlerini süpürerek kazanmıştı. Bir zamanlar Amerikan sanayisinin kalbi olan, mavi yakalı çalışanların seçmen profili içerisinde ağırlıkta olduğu, ancak küreselleşme ve üretimin Çin'e kayması sebebiyle işsizliğin patlama yaptığı bu bölgeye küreselleşme karşıtı vaatleriyle giden Trump, küreselleşmenin en büyük destekçilerinden olması sebebiyle sevilmeyen Clinton’a karşı 2016 yılında burayı süpürerek seçimi kazanmıştı. 2020 yılının adayı Biden’ın siyasi hayatı boyunca sendikalara yakın olmuş olması ve sendikalarca sevilen bir aday olması, 2020 seçimlerinde bu eyaletleri Trump’tan geri alarak seçimi kazanmasına yardımcı olmuştu. 2024 yılında ise Biden’a adaylıktan el çektirilmesi, yerine aday yapılan Harris’in, ekonomik politika olarak söyleyecek bir sözünün bulunmaması, üstüne rakipleri tarafından kolayca ‘aile değerlerine düşman’ olarak etiketlenebilmesi, Trump’ın bu eyaletleri yeniden kazanarak zaferini 2016’dan dahi daha büyük bir marjla kazanmasını sağladı.
Ağırlıklı olarak emekçilerden oluşan, sol mesajlara en çok açık olması beklenen seçmenlerin tüm dünyada sağa, hatta aşırı sağa kayışı, üzerinde zaman zaman konuşulan, ancak hala yeteri kadar tartışıldığını düşünmediğim bir konu. Bu seçmene doğru ekonomik mesajın verilmemesi, aksine ‘sol’ olduğu iddia edilen ancak aslında kimlik siyaseti odaklı olan ve seçmeni etnik, dini, cinsel yönelim, muhafazakarlık ve aile değerleri gibi konularda ayrışmaya açık hale getiren bir dil kullanılması, normal şartlarda oy alınan ve alınması gereken seçmeni siyasi skalanın bambaşka bir noktasına nasıl savurabiliyor, Demokrat Parti yaşayarak öğreniyor. Konuyla ilgili en sade ve açık tanımı Bernie Sanders'ın yapması da şaşırtıcı değil: "İşçi sınıfını terk eden bir Demokrat partinin, işçi sınıfının da kendisini terk ettiğini görmesi pek de şaşırtıcı olmamalı." Yukarıda verdiğim örnek, yani geleneksel olarak Demokrat Parti’ye oy veren siyahi, hispanik, mavi yaka seçmenin Trump’a kayışının öyküsü birebir olarak Türkiye’ye uyarlanabiliyor.
DİNSİZLİKLE SUÇLANMADAN LAİKLİK, ŞEYH SAİT ÖVMEDEN DEMOKRASİ SAVUNULAMAZ MI?
Türkiye sanayisinin İstanbul’dan sonraki kalbi olan İzmit’in, ağır şartlarda çalışmaktan hem mecazen hem hakikaten beli bükülmüş olan emekçilerini düşünelim. Bu seçmenin blok olarak sol oy vermesi gerekirken şehrin AKP’nin kalelerinden birisi olması, merkez muhalefetin kimlik siyasetine gömülmüş ve çıkamıyor olmasıyla, dinsizlikle suçlanmadan laikliği, Şeyh Sait övmeden demokrasiyi savunamaz hale getirilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu bağlantılar deşifre edilip kopartılmadan iktidar da, değişim de hayaldir...
Trump örneğinde de yaşanan, milyonlarca Amerikalının soyut bir demokrasiyi ve çoğulculuğu koruma dayatması yerine kendi değerlerini ve kendi ekonomik gerçekliklerini iyileştirmeyi seçmesidir. Aynı seçim dünyanın neresinde olursa olsun seçmenlerin önüne binlerce kez dahi koyulsa tercih değişmeyecektir. Bir seçim, konusu, bağlamı ne olursa olsun, ‘biz ve onlar’ noktasına, indirgendiği anda yapıcı, yaratıcı bir siyaset imkanı ortadan kalkacaktır.
ESİR ALINAN SİYASET...
Siyasete, özellikle de iktidara talip olanlara düşen temel görev, seçmenin gerçek gündemini, samimi endişelerini ciddiye almaktır. Bugün dünyada siyasete yön veren şey, seçmenlerin öfkesidir. Bu öfke Türkiye’de de gözlemlenebilir: Giderek bükülen beller, düşen hayat standartları, artan eşitsizlik, binbir emek yetiştirilen ve iş hayatına atılan gençlerin başlarını sokacak bir ev dahi almalarının imkansız hale gelmiş olması, kuşa dönen maaşlar ve enflasyon sebebiyle çalışmanın anlamını kaybetmesi, kontrolsüz göç, bozulan asayiş, moral olarak çöken ve birlikte yaşama iradesi törpülenen toplumun öfkesi ve ‘Kürt sorunuyla’, anayasayla, Şeyh Sait’le, Seyit Rıza’yla uğraşan ya da bu söylemlerle esir alınan bir muhalefet...
Ders almayı başaramayan Amerikan Demokrat Parti’sinin yaşadığı hezimetin barındırdığı dersler umarım görülüyordur...
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.