Kemal Anadol
Demokrasimizin hal-i pürmelali!
Hal-i pürmelal Osmanlıca sözlükte bıkkınlık ve üzüntü verici bir durum anlamına geliyor. Felâket, facia sözcükleriyle de eş tutabiliriz. 1876’da başladığımız parlamento deneyiminden bu yana iki yüz yıla yakın bir süre geçti. İnişli çıkışlı da olsa azımsanmayacak bir deneyime sahip demokrasimiz en bunalımlı günlerini yaşıyor. Az gidip uz gidip geldiğimiz yer ise tam anlamıyla tek adam rejimi! Yapılmasına birkaç ay kalan seçimlerden sonra bu badireden çıkmak, yitirdiğimiz parlamenter rejime tekrar dönmek istiyoruz. Adına Cumhur İttifakı denilen iktidar bloğuna karşı altı muhalefet partisinin oluşturduğu Millet İttifakı geçtiğimiz gün, ortak mutabakat metnini açıkladı. Altı genel başkan “milletimize karşı ortak taahhüdümüzdür” diyerek bildirgeyi imzaladılar. 9 Başlıkta 2 binin üstünde maddenin yer aldığı bu önemli belge yazılı ve görsel basınla kamuoyunda tartışılıyor. Maddelerin özü üzerinde fikir yürütmek, bunları yorumlamak ayrı bir yazı konusudur. Ancak biri birinden ayrı altı siyasal partinin bir araya gelmesi ve ortak bir metinde buluşabilmesi özlemini çektiğimiz uzlaşma kültürü açısından olumlu bir adımdır elbette… Çok kez vurguladığım bir gerçeği şimdi de yinelemek istiyorum. Bazen usûl yani yöntem esastan yani özden, içerikten önce gelir. Bu duruma az rastlanır ama hukukta ve siyasette önemli yorumlara, tartışmalara yol açar. Yöntem çözülmeden öze girilmez, girilemez. Bunları neden yazıyorum. Ülkeye demokrasi ve özgürlük getirme amacıyla hazırlanan metni olanaklarım ölçüsünde inceledim. Siyasal düzenle ilgili bölüme baktım. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş sözü verildikten sonra, seçim barajının yüzde üçe düşürüleceği ve siyasi partilerin kapatılması davası açılmasının TBMM’nin zorunlu iznine bağlanacağı vurgulanıyor. Ama bırakalım yeni siyasal düzende siyasal partilerin yeniden ve çağdaş anlamda yapılanmasını, büyüteçle aradığım “parti içi demokrasi” sözcüğünden bile eser yok! Osmanlıcada mebus, yetkiyle gönderilen kişi, delege, elçi anlamlarını taşıyor. Bugünkü milletvekili yani. Milletvekili ise halk tarafından genel oyla yasama meclisine seçilen parlamento üyesi, parlamenter olarak tanımlanıyor. Temsili demokraside milletvekili çok büyük önem taşır. Milletvekillerinin oluşturduğu meclis klasik anlamda milli iradenin tecelli ettiği, yansıdığı ana organdır. Demokratik yaşamın olmazsa olmazıdır. Burada karşımıza iki sorun çıkıyor. Birincisi milletvekilinin hangi yöntemle seçileceğidir. Buna seçim sistemi diyoruz. Bu sistem adaletli olmazsa yani halkın verdiği oyların tamamı sonuçlara yansımazsa tartışılması kaçınılmazdır. Milli irade ise çok zaman bir illüzyon eseridir. Yakın geçmişten çarpıcı örnek merhum Bülent Ecevit’tir. CHP 1977 seçimlerinde yüzde kırk iki oy almış, ama o gün uygulanan seçim sistemine göre parti iktidar, genel başkanı da başbakan olamamıştır. Yıllar sonra yapılan 1999 genel seçimlerinde DSP yüzde yirmi iki oyla iktidar ortağı, Ecevit de Başbakan olmuştur. Bunların hangisini milli irade olarak tanımlayacağız? Bu nedenle altılı masada açıklanan yüzde üç seçim barajını olumlu bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Gelelim milletvekilinin nasıl ve hangi yöntemle seçileceğine… Aynen seçim sisteminde olduğu gibi bu yöntem adaletli ve demokratik değilse milletvekilinin seçimi ve meşruiyeti kaçınılmaz biçimde tartışma konusu olacaktır! Milletvekilinin gerçek anlamda vekil olabilmesi için önce parti içi demokrasinin yaşama geçmesi gerekiyor. Milletvekili partiyi oluşturan delege, üye gibi temel unsurlar tarafından değil de genel merkez oligarşisi marifetiyle parlamentoya gönderilirse orada özgür olması mümkün değildir. Bugün yaşadığımız gerçek budur! Başlıktaki gibi demokrasimizin hal-i pürmelali acıklıdır…
Yaşadığımız ve adına demokratik dediğimiz rejim (üzülerek yazıyorum) çakma bir demokrasidir. Bugünlerde hem iktidar hem de ana muhalefet partisi tarafından itilip kakılan CHP tek parti iktidarının çok gerisindedir. Tek parti döneminin meclis genel kurul ve CHP Grup toplantıları özel olarak incelenmelidir. Genel Başkan Atatürk’e rağmen milletvekili olmak mümkün değildi elbette. Büyük önder gerekli saydığı kişileri bizzat seçiyordu. Bu gerçeği de saklamıyordu. Atatürk’ün parlamentoya gönderdiği birkaç isme bir bakalım. Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Rasim Bey, Yahya Kemal Beyatlı, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazın adamları, Adnan Menderes gibi politikacılar, Abravaya Marmaralı, Nikolas Toptas gibi azınlık temsilcileri, Selim Sırrı Tarcan gibi spor adamları, iktisatçılar, tarihçiler… En önemlisi de 1935 seçimlerinde dünyaya örnek olarak TBMM’ne giren on yedi kadın milletvekili… Bugünkü durum nasıl? CHP Genel Başkanı kaç kez söyledi: “Bugünkü vekiller halkın değil genel başkanların seçtiği vekillerdir” diye? Manzaraya bir bakalım; genel başkanlar meclise kimleri gönderiyor… Hakkındaki soruşturmayı aklayan müfettişler, yolsuzluk dosyalarında kendisini iddianame dışında tutan savcılar, cezaevi arkadaşları, şoförlükten, futbolculuktan, türkücülükten başka hiçbir özelliği olmayanlar, banka batıran genel müdürler ve liderin ayakkabılarını elleriyle yalayanlar! Tek parti döneminde CHP Grup toplantıları kapalıydı. Milletvekilleri dışarıda söyleyemediklerini özgürce ifade ediyor, en sert eleştirilerini hükümete yöneltmekten çekinmiyorlardı. Bu toplantılar parlamenterlerin nefes borusuydu. Düşünebiliyor musunuz İnönü döneminde Cumhuriyetimizin en başarılı ve örnek kurumu Köy Enstitülerine karşı haksız ve insafsız konuşmalarını Kâzım Karabekir kapalı grup toplantılarında yapmıştı. İkinci dünya savaşının kıtlık ve yokluk döneminde hükümet toz şekerin fiyatını beş liraya çıkarınca duruma isyan eden Manisa Milletvekili Kâzım Nami Duru, zamdan haberi olan milletvekillerinin stok yaptıklarını söylemiş ticaret bakanını suçlamıştı. Parlamentoya girdiğim 1973 yılından sonraki uygulamaları bizzat yaşadım. Her partinin grup toplantısı kapalıydı. Eski vekiller bile gruba giremiyordu. Milletvekilleri başbakana, parti yöneticilerine eleştirilerde bulunurken korkmuyorlardı; çünkü dönem sonunda önseçim yapılacaktı. Ecevit’in Başbakanlığında İşletmeler Bakanı Kenan Bulutoğlu hakkında yirmi vekil grupta güvensizlik önergesi vermiştik. Ecevit’in savunmasına karşın merhum Bulutoğlu az bir oyla düşürülmekten kurtulmuştu. Parti içi demokrasinin gereği milletvekillerinin grup başkanvekillerini özgürce seçebilmeleridir. Bugün bu özgürlüğün var olduğunu kim söyleyebilir? 12 Eylül’den sonra durum tersine döndü. Siyaset dünyası tam bir kakofoniye dönüştü. Önce Özal içtüzük hükümlerini hiçe sayarak grup toplantılarını yandaşlarına açtı. Gelen kalabalıklar maç seyircisi gibi bağırıp çağırıyor, slogan atıyorlardı. Artık lideri eleştirmek suçların en büyüğüydü. Onu diğer partiler izledi. Gruplar “Milletvekillerinin de katıldığı genel başkanın basın toplantısına” dönüştü. Biat ve itaat kültürü salgın hastalık gibi yayıldı. Demokrasimizi zehirliyor! Bu manzara her Salı ve Çarşamba genişliyor, yükseliyor! Özetle oligarşiler partilere çöktüler! Tek parti ve 12 Eylül öncesi dönemden de kötü bu görünümden bir an önce kurtulmak gerekiyor. Bilelim ki parti içi demokrasi olmadan gerçek demokrasiye ulaşılamaz. Parti içi demokrasiyi kendi içinde uygula(ya)mayan bir parti ülkeye demokrasiyi getiremez. Onun koşullarını da bir sonraki yazıya bırakıyorum.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.