HALKA HESAP VERECEKSİNİZ

 

1974’de bayındırlık bakanı olarak genç yaşımda Şemdinli’de Kürt kökenli yurttaşların verdiği hemşerilik plâketini alırken henüz ne Abdullah Öcalan ne de PKK duyulmuştu. Ne var ki, yarım yüz yıl sonra Hakkâri’de betonlaşmanın dışında insanlık, uygarlık ve sosyal yaşam üzerine değişen hiçbir şey yok. Üstelik PKK bütün hıncı ile can almaya-vermeye devam ediyor. 

Suriye’de Hafız Esad’ın (bu günkü Beşer Esad’ın babası) Türkiye ile olan siyasi hesapları nedeni ile Beka-a Vadisinde üstlenmesine izin ve destek verdiği PKK, 1980’e kadar ayrılıkçı terörü sarp bölge kırsalına vur-kaç yöntemiyle yaymayı becerdi?

Dahası, 12 Eylül Darbesi ile yönetime el koyanlar, kamplaşan ve can alan gençlik çatışmalarını gerekçelendirerek her alanda demokrasiyi askıya aldılar. İşte o ortamda Öcalan (PKK), devletle bağı koparılan (bir anlamda devletçe kimlikleri ve dilleri inkâr edilen) Kürt soydaşlarının sözde koruyucusu ve kurtarıcısı oldu!

Çünkü devletle Kürt halkının eşit haklara sahip yurttaşlık bağını daha cumhuriyetin ilk günlerinden beri sahipliğini güvenle sağlayan iki büyük partiyi (CHP ve DP’nin devamı AP‘yi) 12 Eylül Darbecileri kapatmış. Değiştirdikleri Anayasa ile açıkça Kürt ve Kürtçeyi yok saymışlardı.

1999’da Öcalan’ın İmralı’da cezalandırılmasına kadar on binlerce cana mal olan terör tırmanarak ülke huzurunu ve ekonomisini ciddi anlamda sarstı.

2002 seçimi ile başlayan ve laik demokratik cumhuriyete karşı bu günlere kadar sürdürülen politikada o denli çok çelişkiler, yanlışlıklar yapıldı ki, halkta iç güvenlik, ekonomik ve hukuk alanındaki yitirilenlerin düzeleceğine dair sabır ve umut kalmadı demek bile anlamsız olur.

Bu durum için tarih düşmek gerekirse; AKP’nin “açılım” sözcüğünün büyüsünün arkasına saklanarak başlattığı “Kürt Sorunu Açılımının” içi boş çıkmıştı. Bir yandan iktidar ve kendini yetkili sayan herkes, öbür yandan o zamanki BDP, PKK, İmralı ve hatta ABD, Kuzey Irak’taki Federe Devlet.

Kimine göre Kürt Açılımı, kimine göre ise Demokrasi Açılımı denen o gündemin sonunun, yine çözümsüzlük olacağını gördüler. Gerçekten de, Kürt Açılımı derken AKP’nin, ortada açılım adına hiçbir somut önerisi yoktu? “Neler olmayacak, neleri yapacaksınız?” sorusuna, o zamanki Başbakan A. Davutoğlu’nun verdiği yanıt şuydu: “Resmi dilde değişiklik olmayacak, asla. Federasyon ya da özerklik olmayacak, kesinlikle. Üniter yapıya halel getirecek hiç bir adım atılmayacak, Kürtçe eğitimle derken olacak olan sadece seçmeli Kürtçe derstir. Milli Eğitim dili Türkçedir”.

Bu söylemlerin hiçbiri yeni değildi. Olaya en kurnaz yaklaşan eski BDP Genel Başkanı Ahmet Türk, Başbakana, “Hiçbir önyargı ve kırmızıçizgi olmamalıdır” diyerek karşı çıkmıştı. Açılımdan beklentilerinin başlıkları olarak da, “Anayasada etnik vatandaşlığa açılan değişiklik, ana dilde resmi eğitim, sonuçta federal yapıya dönüşecek demokratik özerklik” gibi hep ileri sürdükleri taleplerini yineledi durdu.

Türkiye’nin son kırk yılda gündemden düşmeyen en önemli sorunu, ayrılıkçı siyasal hareketin tırmanışıdır (terör bu siyasetin bir aracıdır). Bu sorun da aslında, komünizm Moskova’da çökene kadar NATO, daha açıkçası ABD ile bugünkü adıyla Rusya arasındaki soğuk savaş yüzünden yaratılmış ve sürdürülüyor idi. 1990'ların başından beri de Türkiye açısından, ABD ile Avrupa Birliği’nin Orta Doğu’daki çıkarlarına bağlı olarak boyut ve nitelik değiştirerek tırmandı.

ABD Irak’tan çekilirken Kürt bölgesine yeni bir düzen vermek istedi. Bu çözüm ise Türkiyesiz olamıyordu. Dolaysıyla AKP Hükümetinin Kürt Açılımı, ABD’nin baskısı ile değilse de (ki doğrusu da oydu), o gerçeği kabullenen R.T. Erdoğan’ın “liderlik” hırsının sonucu, ”ben karar verdim” demek zorunda kalmasından kaynaklandı. 

Sömürgen egemenler, petrolün bulunmasıyla birlikte, ekonomik çıkarlarını artırmanın, ancak halkları birbirine düşürme yoluyla mümkün olduğu hesabında yanılmadılar. Wilson Prensiplerinden, Truman Doktrininden ve Churchill’in planlarından, Bush’un Büyük Ortadoğu Projesine kadar öngörülerinin ve kurgularının hepsi de aynıydı. 

Amaçları, başını dik tutanları, bir yolunu bulup kendi içinde ve aralarında birbirine düşürmek ve ekonomik açıdan da bağımlı kalmaktı. Bunun en kestirme, ama acımasız yolunu da tarih onlara göstermişti.

Osmanlı’nın gerileme döneminden bu yana İmparatorluğun sürüklendiği savaşların asıl nedeni, dışardan desteklenen ırk ve din milliyetçiliği olmuştur. Yemen’den eski Yugoslavya’ya uzanan kanlı başkaldırıların ve ihanetlerin arkasında hep Batı’nın sömürgen emelleri vardı.

O tarihi çok iyi okuyan Mustafa Kemal ile arkadaşları ve son döneme kadar o inançla ülkemizi yönetenler, bu egemen güçlerin olağanüstü çabalarına karşın bu tuzağa düşmemeyi başardı. Üstelik açıktan ve bütün güçleriyle karşı koysalar da, 80 milyonu aşan nüfusuyla Türkiye, çağdaş uygarlık hedefine ulaşmak üzere olan tek Müslüman ülke olmanın eşiğine gelmişti.

Tarihi doğru okuyanlar için, Osmanlı’nın özellikle Balkanlar’daki gerilemesi ve Misak-ı Milli hudutlarında bir Cumhuriyete dönüşmesindeki asıl neden, ekonomik ve mali gerçeklerdir. Demirel ile Ecevit başta, iktidar sorumluluğu alan liderler, iç politika hesabıyla dillerinden düşürmedikleri etnik ve milliyetçi söylemlerine karşın, bu gerçeği hep bildiler ve gereğini yapmaya çalıştılar. Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’nden başlayan ve yallarca toprak reformu tartışmalarıyla süren, Atatürk Barajı ve GAP projesiyle somutlaşan diğer bütüncül ekonomik uygulamalar, hep bu doğru politikanın somut göstergesidir.

Bölgenin ekonomisinin ülke paralelinde gelişmemesinin nedeni, sadece kaynak kıtlığı değildir. Sorun; 1980’lerden sonra, dünyaya hâkim olan küresel sermayenin bütün ülkeleri zorladığı ekonomik ve sosyal düzendir. Doğu ve Güneydoğu için özel bir kalkınma plan yapılmasa konusundaki mücadelenin içinden gelen biri olarak söyleyebilirim ki, ülke yönetiminde sorumluluk alan herkes gibi benim de gördüğüm, liberalleşme yoluna sokulan Türkiye’nin de devletçi politikaları terk etmesidir.

Ülke bütünlüğünü tartışılır olmaktan çıkarmak için, gelir dağılımının göreceli düzeltilmesi ve yapısal önlemlerle sürdürülebilir bir kalkınmayı sağlamak olduğu gerçeği, özellikle son yirmi yıldır ülkeyi yönetenlerce bilinçli olarak görmezden gelinmiştir.

Anadolu’nun bin yıllık tarihi, her türlü ayrılıkçı savaşın içinden geliyor. Öyle olmasına karşın bu tarih, Türkiye’yi, hedefi olan çağdaş uygarlık düzeyinin önüne getirebilmişti. 21. yüzyılın 23.yılına girerken, nerede ise halk (ülke) yarıdan bölünmüş ve “birlik-dirlik” bitmiş durumda.

“Yurtta barış dünyada barış”  ilkesiyle teslim aldıkları ülkeyi çevresini ateş bulutlarının sardığı yalnız bir ülke haline getirdiler. Her sözün ve adımın sandık oyu hesabı ile iç politikaya alet edildiği gerçeğini hiç kimse yadsıyamaz.

Partili Cumhurbaşkanı olsalar da, seçilip TBMM’de, “Toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağına; Büyük Türk Milleti önünde namusu ve şerefi üzerine” yemin edenler (ant içenler) yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını, eninde sonunda yine halka vereceklerdir.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.