Türkiye'de siyaset trajikomik bir şekilde güldürmeye devam ediyor. Credit Suisse'in küresel servet dağılımı raporunun Türkiye'yle ilgili bölümünün geçtiğimiz hafta haberleştirilmesiyle Türkiye'de en zengin yüzde 5'in servetinin kalan yüzde 95'in toplamından daha fazla olduğunu öğrenen BBP Genel Başkanı Mustafa Destici'nin, "Aşağıdaki haber doğru ise acilen ve mutlaka gelir dağılımını düzenleyici adımlar atılmalı." diyerek iktidara seslenmesi aslında Türkiye'deki siyasi iklimin de bir özeti niteliğinde...
Bir partinin genel başkanı seviyesinde siyaset yapan bir siyasetçinin bu istatistiği bilmiyor olması, bir gazete haberi sonucu öğrenmesi, yine de doğruluğundan emin olamayıp, "doğruysa" iktidarı göreve çağırması, herhangi bir çözüm önerisi dahi sunmaya tenezzül etmemesi derken tek bir cümlede Destici Türkiye siyasetinin vaziyetine ayna tutmayı başarıyor. Cumhur ittifakının küçük ortaklarının arada sırada yaptığı bu tür çıkışların, bir vizyon göstergesinden ziyade seçmeni ittifak içerisinde tutmak adına ittifak içi bir muhalefet yaratmaya dönük bir stratejinin parçası olduğunu ve dikkat edilmesi gerektiğini daha önce de vurgulamakla birlikte, bu yazıda iç siyasetten çıkıp Destici'nin tuttuğu aynadan Türkiye ve dünyaya bakmanın daha faydalı olacağı kanaatindeyim.
Gelir eşitsizliği sadece Türkiye'nin değil, dünyanın en büyük problemlerinden biri olarak ekonomi ve siyaset çevrelerinde çalkalanmalar yaratmaya devam ediyor. Yine de bu konunun Mustafa Destici'nin radarına girmeyi başaracak kadar konuşulur hale gelmiş olmasını da olumlu bir gelişme olarak kabul etmek lazım, zira liberal ekonomistler ve onların sözünden çıkmayan siyasetçiler yıllar ve yıllar boyunca ortada bir sorun olduğunu dahi kabul etmedikten sonra sonunda bir şeylerin yanlış gittiğini anlamaya başlamış, hatta bazıları kabullenmiş görünüyorlar. En azından dünyadaki örnekleri...
2008'den bu yana yaşanan büyük mali kriz, yükselen popülizm, ABD-Çin gerilimleri ve Covid-19 salgınının etkileri, son olarak Ukrayna savaşı ve dünyanın dört bir tarafında dizginlenemeyen enflasyon gibi bir dizi sarsıcı şok, dünyanın son kırk yılını tam anlamıyla domine eden neoliberal serbest piyasa kapitalizmi ve küreselleşme fikirlerinin ciddi şekilde sorgulanmasına ve yavaş yavaş rafa kaldırılmalarına yol açtı. Bazıları bunun geçici bir fenomen olduğuna inanıyor, umutsuzca umut ediyor ve dünyayı buna ikna etmek için çabalıyor olsa da bugün dünyayı kuşatan sorunların geçici değil yapısal olduğu genel olarak kabul görmüş durumda. Dünya yeni bir çağın eşiğinde, ancak bu yeni çağın neye benzeyeceğini kimse tam olarak kestiremiyor. İçinde bulunduğumuz dönemin baş sorusu, bu yeni ekonomi politiğin nasıl ifade ve inşa edileceğidir.
Dünyanın en büyük danışmanlık şirketi olan McKinsey, (son derece batı merkezli bir bakış açısıyla yazılmış olsa da) benzer konulara değinen ve geçtiğimiz yıl yayımladığı bir raporunda, küresel ekonomi politiğin 1945'ten bu yana üç büyük "dönem" ve kırılma noktasından geçtiğini, son kırılmanın ise 2019'da yaşanarak yeni bir döneme girildiğini ifade ediyor:
Birincisi 1945'ten 1971'e kadar arasındaki teknolojik ilerleme, hızlı büyüme ve göreli jeopolitik istikrar dönemi olan 'Savaş Sonrası Patlaması' dönemi. McKinsey'e göre bu dönemin belirleyici özelliği, ekonomiler üzerinde ağır bir devlet etkisi ve müdahalesi olmasıydı. İkinci dönem olan 'Çekişme Çağı', 1971'den 1989'a kadar sürdü. Rapor bu geçiş döneminde "bir enerji krizi, negatif arz şoku, enflasyonun geri dönüşü, yeni bir parasal dönem, yükselen çok kutuplu jeopolitik çekişmeler, kaynak rekabeti ve batıda yavaşlayan üretkenlik” gibi bugün yaşanan problemlere benzer problemler yaşandığına dikkat çekiyor.
Rapora göre son olarak 1989'da Sovyetler Birliği'nin çöküşü, tüm dünyada serbest piyasa hakimiyetinin, kapitalizmin ve küreselleşmenin savunulduğu bir dönem olan 'Piyasalar Çağını' başlattı. Bugün dahi iş dünyası, çoğu ekonomist ve siyasi lider, bu çağın gerekliliklerini tartışılamaz bir gerçeklik olarak kabul ediyor. Ancak McKinsey, bu aşamanın 2019'da sona ererek mevcut belirsizlik atmosferini körüklediğine inanıyor.
Ben de bu aşamanın, yani serbest piyasa hakimiyeti, neoliberal kapitalizm ve küreselleşme hegemonyasının sona erdiğine inananlardan ve sıkça gündeme getirenlerden birisi olarak, McKinsey'in 'belirsizlik atmosferi' olarak tanımladığı, dünyanın şu anki kaotik durumunda 'gemiyi limana yanaştırabilmek' için öncelikle içinde bulunduğumuz durumun tam olarak ne olduğu ve bizi buraya neyin sürüklediğine bakmak gerektiği kanaatindeyim:
Batıda son yıllarda yapılan küreselleşme ve neoliberalizm tartışmaları iki eksende yürütülüyor:
Birincisi, ekonomileri üzerindeki kontrollerini ve sonuç olarak üretim kapasitelerini kaybeden gelişmiş ülkelerin, özellikle de ABD'nin, bu durumun ülkeleri için ulusal güvenlik riski oluşturduğunu fark etmeleri sonucu devletlerin ekonomiye giderek artan müdahaleleri ve korumacılık trendi. 2007'den beri batının endüstriyel strateji yerine finansal stratejiye odaklanmış olması endüstriyel üretim kapasitelerini tehlikeli derecede azaltmış, kritik sektör ve teknolojileri 'rakiplere' kaybetme riskini ortaya çıkartmıştır.
İkincisi ise kontrolden çıkan gelir eşitsizliği sonucu gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan sosyal sorunlar, siyasi dalgalanmalar ve yükselen popülizm. Gelir dengesinin bozulmasının yakın zamanda karşımıza daha çok çıkacağını düşündüğüm bir başka sonucu ise hane halkı geliri gittikçe azalan kitlelerin tüketime kaynak ayıramayacak hale gelmesi sonucu daralan ve daha da daralması kuvvetle muhtemel talebin ekonomilerde problemlere yol açması olacaktır.
Bu bağlamda küreselleşmenin ve sermayenin ve malların serbest dolaşımının kimlere yaradığı ve kimlere yaramadığı da sıkça yapılan bir tartışmanın ana konusunu oluşturuyor. Sorunlardan biri, küreselleşme mimarisinin eski kolonilerin ve günümüzde gelişmekte olan ülkelerin ürettiği katma değerin serbestçe dışarı çıkarılarak merkez ülkelere taşınmasına izin verecek şekilde tasarlanmış olmasıdır.
Elbette bu durumun bir 'sorun' haline gelmesi, ancak bu mekanizmanın sonunda sömürgecilerin aleyhine dönerek eşitsizliği ve istikrarsızlığı artırması sonucu olmuştur. Kısa ve basitleştirilmiş bir örnek vermek gerekirse, 1980'lere kadar kendi ülkesinde üretim yapan ABD'li (ya da Alman, Fransız vb.) bir şirket, küreselleşmenin getirdiği olanaklar sonucunda üretimini Türkiye'ye (ya da Çin'e, Vietnam'a vb.) taşıyıp oradaki ucuz işgücünden faydalanarak üretim maliyetlerini ciddi anlamda düşürmeyi ve karlılığını arttırmayı başarabilmiştir.
Bu durumun kazananlarının birincisi pek tabii bu şirketin sahibi sermayedar olmakla birlikte, bizlere sık sık pazarlandığı gibi bir diğer kazananı ise normal şartlarda bu tür bir üretim kapasitesi ve teknolojisi olmayan gelişmekte olan ülkelerdir. Zira anlatılan hikayeye göre normalde X bir ürünü üretecek teknolojiye sahip olmayan gelişmekte olan ülke, örneğin Türkiye, eğer uslu bir çocuk olarak yatırım çekmeyi başarabilirse hem ülkesinde üretim yapmak için gelen gelişmiş ülke şirketleri sayesinde istihdam yaratmış olacak, hem üretim kapasitesi ve teknoloji edinmiş olacak, hem de üretim kapasitesinin kurulabilmesi için dışarıdan yapılan yatırımlar sonucunda ülkesine döviz çekmiş olacaktır.
Gerçekten de bugün Türkiye'nin en önde gelen ve en çok ihracat yapan otomotiv, tekstil gibi sektörlerinin başarı öyküleri böyle yazılmıştır. Hikayenin bizlere anlatılmayan kısmı ise kazananlar değil kaybedenler, bu başarı öyküleri karşısında ödenen bedellerdir. İşte bugün dünyada küreselleşme ve serbest piyasa trendlerinin sona eriyor olmasının arkasında ödenen bu bedeller vardır:
Ödenen bu bedellerin birincisi, gelişmekte olan ülkelere taşınan üretimin gelişmiş ülkelerdeki üretim kapasitesini bitirerek o ülkelerin sanayi stratejileri üzerindeki hakimiyetine son vermiş olmasıdır. En basit örnekle, bugün ABD yüksek teknoloji çip üreten şirketlerinin Çin'e satış ve teknoloji transferi yapmasını normal şartlar altında engelleyemediği için piyasanın ve uluslararası ticaretin kurallarını yeniden yazmaya girişmiştir.
Ödenen ikinci bedel, yine gelişmekte olan ülkelere taşınan üretimin gelişmiş ülkelerdeki istihdam piyasasını altüst ederek büyük sosyal sorunlara sebep olmasıdır. 30 yıl önce X şirketinin fabrikasında iş güvencesi, sigortası ve toplu sözleşme sonucu kazanılmış düzgün maaşı olan bir işçinin çocuğu, bugün çalışacak fabrika kalmaması sonucu asgari ücretle güvencesiz olarak üç farklı işte çalışarak ancak ay sonunu getirebilmektedir. Bu durum sadece mavi yaka değil, ücretlerin uluslararası rekabet sonucu baskılandığı beyaz yaka için de aynıdır.
Ödenen üçüncü bedel ise dünyanın öte tarafında, üretimi devralan gelişmekte ülkeler tarafından ödenmektedir. Uslu bir çocuk olarak yatırım çekmeyi başaran gelişmekte olan ülke bunun karşılığında tüm piyasalarını köpek balıklarının saldırısına açmış, bunun sonucu olarak kendisine 'uygun görülen' alanlar dışındaki tüm alanlarda (üreticisini koruyamadığı için) ithalata bağımlı hale getirilmiş, işgücü piyasasının 'liberalleştirilmesi' sonucu sendikalar ortadan kaldırılmış, iş güvencesi, adil ücretlendirme, işçi hakları gibi şeyler tarihin tozlu sayfalarında birer anı olarak kalmış, lütfederek üretimi bu ülkeye taşıyan sermayedarın 'ricaları' sonucu baskılanan ücretler sebebiyle 'prestijli' şirketlerde mavi ya da beyaz yaka olarak çalışanlar dahi yoksulluk sınırında veya altında yaşar hale gelmiştir. İstatistiklere bakıldığında ülkenin döviz rezervleri sağlam, yatırımcısı mutlu, 'stratejik' sektörlerinin ihracat rakamları parlak, Merkez Bankası bağımsız olsa da insanı sürünmektedir...
Küreselleşme yanlıları yıllarca bu dinamiğin herkes için faydalı olduğunu savundular:
1- Üretimin taşındığı gelişmekte olan ülkeler kalkınacaktı. Gerçekte olan ise sermayedarların, üretimden elde ettikleri katma değeri (serbest piyasa sayesinde) gelişmekte olan ülkeden çıkartarak bu ülkelerin kalkınmasına hiçbir katkı sağlamamalarıdır. Yani gelişmekte olan ülkeler pazarlarını açıp kendilerini sömürttükleriyle kalmıştır.
2- Üretimdeki verim artışı, sanayi üretimini ve bundan doğan istihdamı kaybeden gelişmiş ülkelere ise yeni yatırımlar olarak dönecek, ekonomilerini dönüştürerek daha sürdürülebilir bir büyümeye ve yeni teknolojik gelişmelere önayak olacaktı. Gerçekte olan ise ekonomilerin finansallaşması ve parasal genişleme sonucu tüm paranın finans piyasalarına akarak devasa balonlar yaratması, eşitsizliği daha da arttırması, bu süreçte sanayi, altyapı ve ARGE yatırımlarının dibi görmesi sonucu tüm dünyada ekonomik gelişmenin yavaşlamasıdır. Tüm bu karlar ise vergi cennetlerine akarak sermaye sahipleri dışında kimseye yar olmadı, eşitsizliği daha da arttırdı.
İşte küreselleşme ve neoliberalizmin bu bedelleri, hadi açık konuşalım, gelişmekte olan ülkelerdeki insanlar pek 'insan' sayılmadığından, gelişmiş ülke toplumlarını etkileyen bedelleri, batıda bu trendlerin geriye çevriliyor olmasının nedenidir. Bu geriye dönüş özellikle ABD'de baş döndürücü bir hızla yaşanıyor olsa da, kariyerlerini eski düzenin ezberlerine dayanarak inşa eden bazı ekonomist ve siyasetçilerin direnişinin sürdüğünü söyleyebiliriz. Gerçekten de kerli ferli prestijli duayen ekonomistler, çok uzun yıllar boyunca küreselleşmenin eşitsizlik üzerindeki etkilerine hiç utanmadan, açık açık karşı çıktılar. Bugün bu etki o kadar bariz bir hale geldi ki artık buna açıktan karşı çıkmaya cesareti olan pek az kişi kalmış durumda. Hala süren 'liberal direnişin' giderek artan oranda mevzi kaybedeceğini ve azalarak biteceğini de zamanla göreceğimizi düşünüyorum.
Sahi, bu kadar uzun yıllardır ve bu kadar istikrarla yanılan bu kadar lekeli ve sıradan insanların deneyimlerinden bu kadar kopuk bazı 'bilim' insanlarının bizlere gelecekte sunacağı herhangi bir reçeteye neden güvenmeliyiz? Politika yapıcılar bunlara hala neden aldırış ediyor?
Açık olan şu ki, Amerikan hegemonyasındaki tek kutulu düzenden çok kutuplu bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Bu durum artan korumacılık, jeopolitik çekişmeler, çatışmalar ve hatta doğrudan savaşlara yol açıyor, açacaktır. Çok kutuplu bir dünya aynı zamanda "buna daha önce sahip olmayan uluslara ses veriyor". İnovasyon ve büyüme kaynakları daha çeşitli hale geliyor... İş dünyası ve toplum arasındaki ilişki de değişiyor: İklim değişikliği, salgın hastalıklar ve jeopolitik çekişmelerin tehdit ettiği bir dünyada, devletin ekonomiye, sermayeye ve iş dünyasına daha agresif bir şekilde müdahale etmesi kaçınılmazdır.
Tüm bu tartışmalar arasında Türkiye'ye dönecek olursak, Henri Barkey imzalı olarak 17 Ağustos'ta Foreign Affairs dergisinde yer alan geniş Erdoğan incelemesi dikkat çekiyor. ABD'nin Erdoğan'a bakışı ve gelecek planları, özellikle de Erdoğan'ı nasıl kıskaca aldıklarını ifade etmesi bakımından çok aydınlatıcı olsa da, bunun yanında ABD'nin Türkiye'ye biçtiği rolün pek değişmediği de bu analizden çok net bir şekilde okunabiliyor: Serbest piyasa hakimiyeti, MB başta olmak üzere bağımsız kurum ve kurullar, haddini bilen bir devlet ve demokratik bir düzen sayesinde doğrudan yabancı yatırım çekmeye odaklı bir NATO müttefiki. İlginçtir içeride sürekli bizlere verilen bazı vaatlerle kelimesi kelimesine örtüşüyor...
Öte yandan değişen ve çok kutuplu hale gelen dünyada artık neoliberal dönemin alameti farikası olan 'dış yatırımlar'ın var olmaya devam edeceğini düşünmek, buna göre ekonomik program kurgulamak da kafasını kuma gömen deve kuşu gibi davranmaktan farksız olacaktır. Türkiye tek ve yekün bir iradeden oluşmadığı gibi tek bir ABD de yoktur. Türkiye, dünyayla olan tüm ilişkisini neoliberal paradigma üzerinden tanımlamak zorunda değildir. Yine Henri Barkey'e kulak vermek gerekirse: "Jeopolitik ve askeri önemi ve ekonomik potansiyeli sayesinde Türkiye paha biçilmez bir müttefiktir. Washington'ın küresel stratejik hedeflerine ulaşmak için Ankara ile yakın çalışmaktan başka seçeneği kalmayacak."
Türkiye'nin, eski dünyanın ezberleriyle hareket etmeyecek, bize 'biçilen' rolü kabullenmeyecek bir siyasi iradeye ihtiyacı var. Cumhuriyet ilkelerinin ışığında, yeni dünyanın gerekliliklerini kabullenmiş, gücünü halkından alarak dünyayla onurlu bir ilişki tesis edebilecek, İnönü'nün deyimiyle bu yeni dünyada yerini alacak bir Türkiye kurmak mümkün. Bunun ilk adımı ise bu Türkiye'nin potansiyelini gerçeğe dönüştürecek ilk adımı atarak zihni zincirlerimizi kırmaktır...