Suriye'deki savaşta ölenleri Alevi, Sünni, Arap, Kürt ya da Türk, Türkmen diye ayırarak ağlıyorsak, Cudi'de, Gabar'da, Tendürek'te ya da Azez, Ayn el-Arab veya bilmem hangi coğrafyada ölen ya da öldüreni Türk, Kürt, Arap diye ayırarak kendi cenazemizin ardından ağıt yakıp diğerinin ardından lanet yağdırıyorsak ya da şimdi Gazze'de yahut İsrail'in herhangi bir şehrinde, kasabasında, köyünde, evinde, sokakta bombalarla parçalanan çocukların bedenlerinin ardından müslüman ya da yahudi diye sınıflandırarak gözyaşı döküyorsak, kapitalizm bizi de insanlığımızdan çıkarmış demektir.
İşte, gözümüzün önünde yaşanan Filistin-İsrail savaşının, Suriye'de başlatılan iç savaşın, sınırımızın hemen güneyinde kurulan ABD destekli oluşumların resmi gerekçesi ne olarak açıklanırsa açıklansın, bu savaşların başlatılması ve sürdürülmesinde kullanılan temel motivasyon din, mezhep ve etnik kimlik. Hiçbir dinin, mezhebin, kimliğin insan olmaktan daha değerli olmadığı, aslolanın insan kalabilmek olduğu sürekli vaaz edilse de, savaşlar üzerinden gelişen sanayi ve çok büyük paralarla geliştirilen teknolojilerle yaratılan silahlarla yürütülen bu savaşlar, devletleri egemenliği altında tutan sermayenin servet biriktirme aracı olarak (verilen vaazların aksine) gerçek hayatta karşımıza çıkıyor.
Bölgemizde anayasalar etnik kimlik, din ve mezhep temelli; savaşlar ve barışlar bu tanımlarla kodlanıyor... Coğrafyayı şekillendiren dağların, nehirlerin, vadilerin isimleri sınırların öte yanında yaşayan düşman mezhep, etnik kimlik ya da farklı inançtakileri ayrıştırmak için kullanılıyor. Artık yalnızca yaratılan bu basit farklılıklar dahi karşısındakini düşman olarak hedeflemek için yeterli. Ülkemizde de demokrasiyi bir tramvaya benzetip istediği durakta inmeyi hak gören ve demokrasiyi hedefe giden yolda bir araç olarak görenlerin; ben sizi Alevi, Sünni, Türk, Kürt, Laz, Çerkez olduğunuz için değil, yaratılanı yaratandan dolayı severim diyerek insanları din, mezhep ve kimlik temelli kodlayıp bu ayrımları zihinlere ekenlerin; dini de sanki bir üst kavrammış gibi sunarak çıktığı yolculuğun üzerinden geçen 20 yılın ardından şimdi yeni bir Anayasa tartışmasıyla daha karşı karşıyayız...
Herkes her şey hakkında konuştu, yazdı, çizdi, daha fazla konuştu ve sonuç olarak dönüp dolaşıp aynı noktaya döndük. Savaşların, katliamların gerekçesi yapılan din, mezhep ve etnik kimlikçiliğin coğrafyasına dönüştürülen bölgemizde AKP'nin ortaya attığı yeni anayasa tartışması, eğer bölgemizdeki bir çok ulus devletin bölünüp parçalanmasının nişanesi olarak uygulamaya konulan ve birleştirip bütünleştiren bir anayasa yerine çoğulculuk kisvesiyle kimlik, mezhep vurgulu bir arayışa tekabül ediyorsa; 'Bu son seçim, artık geri dönüş yok!' diyerek her seçimde seçmene ölümü gösterip kaybettiği her seçim sonrasında da (kendi varlık sebebinin meşruiyetini koruma refleksiyle) onları sıtmaya razı etmek için manevra üstüne manevra yapan muhalefetin, bu çağrıyı da, yine, bir çok kez havada kalan, gerçekleşmesi zor bir girişim olarak değerlendirerek günübirlik lakırdılarla geçiştirmek yerine, ciddiye almalarını öneririm.
Mezhepçi, kimlikçi radikal bir koalisyona dayanma ihtimali yüksek yeni anayasa tartışmasına geçit verilirse, cumhuriyetin, ulus birliğinin dahi tehlike altına gireceği tarihi bir yenilgiyle karşı karşıya kalabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü daha önce birden çok defa yapılan değişikliklerle cumhuriyetin omurgasını kemirip parçalayanların bu son çağrısı, artık kendi rejimlerini ilan etme zamanının geldiğine delalet olabilir.
Erdoğan'ın bu hamlesi dinci, mezhepçi, kimlikçi birçok radikali cezbediyor gibi görünebilir. Zira bu çağrı, kendini, dilimize yerleştirildiği şekliyle, tedirgin muhafazakar, hırçın Kürt, ılımlı/ılımsız milliyetçi, endişeli/endişesiz laik kabul eden herkesin, 20 yıllık sürede rejimin kökten değişim aşamasına gelinmesine izin veren geçmişteki bütün ölçü değerlerini bir tarafa bırakmasını gerektirecek bir iklime tekabül ediyor. Böyle düşünüyorum çünkü şimdiye kadar olur olmaz nedenlerle korksalar ya da korkutulsalar da, çağrısı yapılan bu son anayasa değişikliğinin AKP ile zenginleşen veya AKP'nin izlediği politikaya destek veren, kayıtsız kalan ve mevcut rejim ile şimdiye kadar bir sorunu olmayanlar için de yeni bir dönemin habercisi olabileceğini düşünüyorum.
Eğer düşündüğüm gibi ırkçı, dinci, mezhepçi radikallerin oluşturacağı baskı ortamıyla makul çoğunluğun sesi kısılarak yapılmaya çalışılacak yeni anayasanın özgürlük sınırları bugün tıpkı İran, Irak, Suriye veya gücün sınırlarını çizdiği demokrasilerin hüküm sürdüğü Türkmenistan, Azerbaycan veya Özbekistan benzeri ülkelerdekine yaklaştırılacak olursa eğer, (ben bu ihtimali güçlü görüyorum çünkü yoksulluğun çoğalıp derinleştiği ülkelerin başka türlü yönetilme şansı daralıyor) bugüne kadar rejimle bir problemi olmayanların dahi (kazandıkları parayı istedikleri gibi harcayarak refah içinde yaşayabilecekleri bir ülkenin ellerinin altından kayıp gitmesine rıza göstermeme ihtimali nedeniyle...) meşru bir zemini kaybetmemek için güçlü bir direniş örgütleyecek ve bu tür bir anayasaya karşı duracak bir politik hattın çok önemli müttefikleri olacaklarını düşünüyorum.
AKP'nin bu girişimi, şimdiye kadar kendi iktidarının da toplumsal zeminini oluşturan bu büyük kitlenin rızasını dahi kaybetmesini sağlama ihtimalini barındıracağından, iktidar karşıtı bir güç birikimi için tetikleyici vazifesi de görebilir. AKP iktidarının yeni bir yaşam formatı planı olduğuna ilişkin iddiaları şimdiye kadar dikkatle izleseler de buna inanmayan veya şimdiye kadar bunun gerçekleşme ihtimalini görmeyenlerin ya da bu iddialara kaynaklık eden zincirin belirtisi olayların zihinlerindeki sınırları henüz aşmamış olması sebebiyle yaşam tarzlarının tehlikede olmadığını düşünenlerin, bu çağrıyı kendi stabil yaşamları açısından bir alarm olarak değerlendirmeleri halinde, geniş bir meşruiyet alanı çizdikleri iktidar için bunu daraltmaya başlamaları iktidar için öldürücü darbenin ilk taşı anlamına da gelebilir. Bunun olup olmayacağını tartışma ilerledikçe daha yakından izleme şansımız olacak.
Biz, bölgemizi etkisi altına alan karanlığın bizim de üzerimize daha fazla çökmemesi ve ülkemizde, Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu cumhuriyetin halkçı, kamucu, devrimci değerler bütünüyle refah dolu bir gelecek mücadelesi verirken, bu esnada etrafımızdaki dünya da yavaş yavaş değişmeye ve dönüşmeye devam ediyor. Çok değil birkaç sene önce hayal dahi edilemeyecek gelişmeler her gün gazete sayfalarını süsler hale geldi. ABD'de otomotiv işçilerinin ve sağlıkçıların grevleri, Amazon, Starbucks gibi büyük şirketlerin çalışanlarının sendikalaşma girişimleri, teknoloji devleri Google ve Apple'a açılan rekabet soruşturmaları, farklı Avrupa ülkelerinde şirketlerin fırsatçı karlarına ek vergilerin getirilmesi furyası derken dünya şirketlerin dizginlendiği, sendikaların tekrar sahneye çıkmaya başladığı yeni bir dönem başladı...
Tabii bunlar yeni değil, aksine çok eski mücadeleler ama bu eski mücadelelerin arasında artık pek alışık olmadığımız yenilikler de göze batıyor. Örneğin ABD'de bir süredir gündemin tepesinde yer alan otomotiv işçileri grevine yalnızca sendikalar ve politik skalanın 'sol'undaki siyasetçilerden değil, merkezden ve hatta sağdan dahi destek yağıyor. ABD Başkanı Biden'ın grevdeki işçileri ziyaret ederek 'işverenlerin rekor karlarının, rekor toplu sözleşme zam oranlarıyla işçilerle paylaşılması' gerektiğini söyleyerek desteğini açıklaması, sendika, grev gibi sözcükleri duyunca titreme nöbetine giren Cumhuriyetçi partiden dahi çok sayıda senatörün greve destek vermesi ABD'de pek görülmüş şeyler değil.
Bu değişimin de basit iki açıklaması var pek tabii ki: Birincisi, gelir adaletsizliği sebebiyle sistem o kadar sıkıştı ve sertleşti ki, baskı ve propaganda ne kadar sert olursa olsun karşı tepkiler kaçınılmaz hale geldi; merkez kontrol altında tutulsa dahi tepkiler aşırı uçlardan yüzeye çıkıyor ve dünyayı, siyaseti, ticareti belirsizliklere sürüklüyor. Dolayısıyla kapitalizm her zaman çok iyi yaptığı bir şeyi yaparak kendini koruma refleksiyle değişmeye başladı. Direnç tabii ki var, ancak kırılıyor.
Değişimin ikinci ve daha önemli sebebi ise jeopolitik: Çin'in ABD hegemonyasına bir tehdit olarak ortaya çıkması, dünyada ekonomi politiğin kurallarının yeniden yazılması ihtiyacını doğurdu. Jeopolitik çekişmeler sebebiyle üretimin Çin'den çıkartılarak gelişmiş ülkelere geri döndüğü, dönmek zorunda olduğu günümüz dünyasında emeğin gücü de giderek artıyor, artacaktır. Gerçek ücretlerin artma eğilimine girdiği, güçlü sendikaların olduğu, üst sınıfa servet transferinin yavaşladığı ve hatta tersine döndüğü bir döneme giriyoruz.
Zira Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne katılmasından itibaren geçen son 20 yılın öyküsü, devlet kapitalizmi ve serbest piyasa kapitalizminin mücadelesidir. Bu mücadeleden Çin'in devlet kapitalizminin galip olarak çıkması, serbest piyasa kurallarının yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacını da beraberinde getirdi. ABD'nin değişerek planlamacı ve korumacı ekonomik politikalara yönelmesi de, on yıllar boyunca siyasette merkezin de merkezinde duran Biden'ın birden sendika ve işçi sevdalısı kesilmesi de, anti-komünizmin (yalnızca mecazen değil gerçek anlamda dahi) kitabını yazmış olan Cumhuriyetçilerin sendika etkinliklerinde görünür olmaya başlamaları da bundandır.
ABD'nin problemi komünizmle değil, hegemonyasına karşı olan Sovyet tehditiyleydi. Tehditin artık komünizmden değil kapitalizmden geldiği günümüzde ABD'nin gerektiğinde ‘komünizmi dahi kendisi getirebilecek!’ kadar esnek ve pragmatik olabileceğini yaşayarak görüyoruz ve daha fazlasını da göreceğimizi düşünüyorum. (Kapitalizmin gerektiğinde ne kadar 'komünist' olabileceğine inanmayanları sigorta ve reasürans sektörünün işleyişine, kapitalizmin çekirdeğinde riskin ve zararın nasıl dağıtılarak 'komünal' bir hale getirildiğine bir göz atmaya davet ediyorum.)
Kısacası, tüm bu şartlar altında, yüz yıldan fazladır solun savunduğu fikirlerin ana akıma sirayet edeceği bir dönem başlamış durumda. Artık soğuk savaş döneminin anti-komünist baskısının altında yaşamıyoruz: Dünya yeni bir dünya, nesil yeni bir nesil ve kitlelerin çıkarını savunan bu fikirlerin kontrol edilemez bir yangın gibi yayılmasına şahitlik edeceğiz. Dünyanın içinde bulunduğu bu türbülans içerisinde kendini yeniden inşa edebilen, pazarlama tabiriyle yeniden markalandırma (rebranding) yapabilen ve bu fikirleri bir hikayeye dönüştürerek kitlelere sunabilen her siyasi parti/figürün iktidar şansı olabilecektir.
Tekrar Türkiye siyasetine dönecek olursak, yorgun ve içten çürümüş olan AKP'nin bu değişen şartlarda un ufak olması küçük bir dalgalanmaya bakıyor. Erdoğan'ın patronlarla olan karşılıklı sevdası, bu yeni dünyada onu ve partisini zayıflatmanın anahtarı olarak önümüzde duruyor. İşin bu kısmı uzun yıllardır açıkça ortada olduğu için üzerinde durmaya pek gerek görmüyorum. Esas üzerinde durulması gereken kısım, ana muhalefet CHP'nin, yöneticilerinin, belediyelerinin işverenler lehine grev kırıcılığı yapmaya varacak kadar çamura batmış olması ve içinde yaşadığımız yeni dünyayla çelişir halde bulunması.
Peyami Safa'nın batılı modern zümreyle muhafazakarlar arasındaki çelişkileri anlattığı Fatih Harbiye romanının AKP Türkiye'sindeki karşılığı, sosyolog ve yazar İrfan Özet'in bahsettiği Fatih-Başakşehir arasındaki sınıf çatışmasıdır. Erdoğan seçmeninden oy almanın anahtarı muhafazakarlara ‘sevimli’ görünmek değil, gelir adaletsizliğinin yarattığı Fatih-Başakşehir çatışmasının sebeplerini ve sonuçlarını doğru analiz etmek, Başakşehir'in kibrine karşı Fatih'in emekçilerinin yanında durmaktır. İmamoğlu'nun son yerel seçimlerde Esenyurt, Bağcılar, Sultangazi, Esenler gibi ilçelerde süpürdüğü oyların sebebi bizzat Erdoğan seçmeninin Başakşehir'e ve onların AKP’sine duyduğu öfkedir. Bu yeni dünyada siyasetin kazananı, bu öfkeyi siyasete çevirebilenler olacaktır. Bugünün CHP'si ise, kimiz zaman bilinçli kimi zaman da rüzgara kapılarak kendi kurduğu cumhuriyeti ve gerçekleştirdiği devrimleri dahi savunamayacak şekilde savrulmaya devam edecek olursa, yani bu haliyle, korkarım ki yukarıda yaptığımız yeni anayasa tartışmalarına türlü gerekçelerle destekçi bile yapılabilir. Bu da cumhuriyetin tabutuna son çiviyi kurucusuna çaktırmaktan başka bir anlam ifade etmez.
Şüphesiz ki CHP seçeneksiz değil. Ayrıca, bu toprakların sol ve sosyalist birikimi CHP'den de bağımsız olarak zamanın ruhunu yakalayacaktır, ancak merkez siyasetin de bu yeni dünyadan kaçamayacağını göreceğimize inanıyorum. Zira zaman mefhumunun en önemli özelliğidir, siz ne yaparsanız yapın akıp geçer ve beraberinde her şeyi sürükler.
Bu akıntıya kapılıp boğulmak mı, yoksa akıntının gücünden yararlanarak enerji üretmek mi, tercih budur.