Siyaset ile gerçeklik arasında köprü yıkıldığı zaman ne olur sorusuna yanıt arayanlar için tarih, önümüzdeki iki hafta içerisinde benzersiz iki örneği yan yana getirecek. İlk olarak pazar günü Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yıldönümünü kutlayacağız, altı gün sonra ise Cumhuriyeti kuran Halk Partisi'nin ikinci yüzyıldaki ilk kurultayı toplanacak. Her ikisinin de kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bir devrimci, bir yurtsever ve önder olduğu kadar sanırım aynı zamanda dünyanın en iyi heykeltraşı, en usta ressamı ve bütün dillerin de en iyi şairi olmalı...
Yok, ona atfedilen sıfatları eksik bulup bunlara ben de katkıda bulunmak için onun bir heykeltraş, şair ya da ressam olduğunu söylüyor değilim. Tam aksine, bir heykeltraş ne kadar büyük olursa olsun nihayetinde bir taş ya da mermer kütlesine yontar eserini… Dünyanın en iyi bilinen ressamları, en değerli eserlerini en nihayetinde bir tuvale resmederler. Yine dünyanın en yetenekli şairlerinin dizeleri ancak kağıda yazıldıktan sonra çoğalıp, dilden dile anlatılır...
Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın eseri yalnızca kağıt ya da tuval üstünde değil… Önce saltanatın müstemlekesi olan, sonra da emperyalist devletlerin şamar oğlanına dönen toprakları bir vatan yapmak adına savaşan bir yurtsever; dinin ve mezheplerin kör eden karanlığını laiklikle aydınlatan devrimci bir önder olmakla beraber; aynı zamanda ve asıl olarak da yıktığı saltanatın tebaasının, yani padişahın ümmeti olan milyonlarca insanın önce zihnini sonra da yaşam biçimlerini sonsuza kadar değiştirecek devrimleri bir heykeltraş titizliğiyle uygulayarak koskoca bir ülke yarattı. Büyük yurtsever önderin kurduğu Cumhuriyetin yüz yıla ulaşan dirayetinin sebebi hiç kuşkusuz ki halkçılık, devrimcilik, vatanperverlik, bağımsızlıkcılık ve laiklik gibi değerlerin bu topraklarda mayalanmasını sağlayan felsefi derinlikti… Adına devrim de denen bu büyük resmi ancak bir ressam zihninde tahayyül edebilir, bu idealin peşinden ancak tutkulu bir şair gidebilirdi...
Daha ilk andan itibaren hem bölgesel dinamiklerin, hem de bununla iç içe geçmiş ülkemizdeki gericilerin açık saldırısıyla karşı karşıya kalarak yer yer karşı devrimlerle geriletilse, NATO gibi yayılmacı emperyalist kuruluşların içine çekilerek içerideki bağımsızlık yanlıları üzerinde kontrgerilla terörü estirilse, özellikle ordu içindeki ‘çocuklar’ vasıtasıyla gerçekleştirilen 12 Eylül darbesiyle bu terör arttırılsa ve son 20 yıldan bu yana da AKP eliyle beslenip büyütülen dinciler tarafından zihni kolonları kemirilse de Cumhuriyet yenil(e)medi…
Laik ve bağımsız bir ulus devlet olarak bir yıldız gibi parlayan ülkemizin, cumhuriyetimizin bir numaralı düşmanı, hiç kuşku yok ki, açık savaş ya da renkli kalkışmalarla bölgemizdeki ulus devletlerin artık kendilerine rıza üretemeyen diktatörlerini yıkan, egemenlik kurdukları toprakları da din, mezhep ve kimlik temelinde parçalayarak aşiret ve oymaklar için küçük devletçikler kurup, nüfus yapısını kendi kucağından mama yiyen krallara, prenslere, diktatörlere emanet ederek sömürüyü süreklileştiren emperyalistler… İçeride laikliğe karşı çıkanların ve öyle ya da böyle bunlara destek olanların ise emperyalistlerin maşası oldukları da tartışılmaz bir gerçeklik. Bölgemizde kalkıştıkları bu açık savaşlara ülkemizde kalkışamamaların yegane sebebi ise cumhuriyet ile yerleşip kökleşen ulus devlet bilinci ve bunu sağlayan devrimlerin toplumsal kabul sınırlarının her geçen gün büyümesi.
Bunu gördükleri için, yani açık bir saldırının, cumhuriyetin sağladığı kazanımları korumak için kıvılcım etkisi yaratacak ve yalnızca ülkemizi değil dünyayı sarabilecek bir ateşe dönüşme potansiyeli taşımasından dolayı bunu daha örtülü ve hileli yöntemler kullanarak gerçekleştirme peşindeler.
Bunun için bir çok gerekçe yaratıp, yine bir çok aracı devreye soksalar da en büyük müttefikleri hem TÜSİAD çevresinde hem de diğer isimler altında örgütlenen, risk alamadıkları için yaratıcılıktan yoksun ve sadece devleti sömürerek beslenen, zihni genlerinde feodaliteyi deviren batılı burjuvaziler gibi mücadele geleneği taşımadıkları için de cumhuriyetle elde ettikleri kazanımları bile ellerinden kaçırma durumuyla karşı karşıya kalacak kadar ikinci el esnafı körlüğü ile malül, aynı zamanda da korkak ve işbirlikçi cumhuriyet burjuvazisi ve bürokrasisi diyebiliriz…
Besleme burjuvazinin bu ihanetine rağmen cumhuriyetin zihni değerleriyle mayalanan halkın her şeye rağmen direndiği ortada… Kuşkusuz, söz konusu olan Cumhuriyetimiz olunca genlerinde halkçılık, devrimcilik, laiklik, bağımsızlık gibi değerler taşıyan ve kurtuluş savaşı ateşinde yaratılmış Cumhuriyet Halk Partisinin de safını seçmesi gereken bir sürecin içindeyiz. 12 gün sonra ikinci yüzyıldaki ilk kurultayını gerçekleştirecek Cumhuriyet Halk Partisi'nin önündeki yol bu kurultayda ikiye ayrılıyor: Ya şimdiye kadar olduğu gibi Cumhuriyetin yıkılmasına giden sürecin bir parçası ya da seyircisi olmaya devam ederek sömürünün ve dolayısıyla da yoksulluğun nedeni olan ekonomi-politik yönelimini sürdürecek; ya da devrimci, laik, bağımsızlıkçı ve planlamacı, yani halkçı bir yol tercihi yapacak.
Önümüzdeki haftaki yazımda da bu konuya devam ederek nasıl bir CHP, neden CHP sorusunu tartışmaya çalışacağım. Şimdilik bu bahsi kapatırken 13 yıldan bu yana partiyi yönetmeleri açısından, partinin ve ülkenin içinde bulunduğu ortamın bir numaralı müsebbibi olanlar şimdi içine girdikleri yönetememe krizini suçu birbirlerine atarak ikiye bölünüp, sonra da partinin kendi yönetimlerinde yeniden ayağa kalkacağına inanılmasını vaaz etmeleri, sanırım, siyaset ile gerçeklik arasında kaybolduklarını gösteriyor…