Her işte olduğu gibi müzik yaparken de bazı kural ve kaideleri iyi bilmek, gerek müziğin genel teorisine, gerekse de icra edilen enstrümanın tekniğine hakim olmak gerekiyor. İyi müzisyenlerin ise bu kuralları bilmenin yanında bunları nerede ve nasıl esnetebileceğini de bilenler arasından çıktığı yönünde de bir kanaat vardır. Buna en iyi örneklerden birisi olarak sanırım, bağlama çalma konusunda yeteneklerinin yanı sıra onu diğer müzik çeşitleri içinde de kullanılabilecek bir enstrüman seviyesine taşıyacak değişiklikleri yapan Arif Sağ'ı gösterebiliriz.
El atmadığın, üzerine düşüncelerini açıklamadığın bir müzik konusu kalmıştı diye söylenenleri duyar gibiyim... Herhangi bir enstrüman çalma veya şarkı söyleme konusundaki kabiliyetsizliğimi itiraf etmem gerekse de iyi bir müzik kulağım olduğunu düşünürüm. Bu müzik kulağımın varlığını da, bu anımı TBMM'de birlikte görev yaparken kuliste kendisine de anlattığım, yaşamı mücadeleyle geçmiş, sesi güzel, kendi güzel, türküleri güzel Sabahat Akkiraz'ı, daha ilk gençlik döneminde babasının elinden tutup köy köy gezdirdiği yıllarda Sivas/Kangal/Mamaş'ta köylülerin toplandığı bir evde, orada bulunanlardan biri olduğu anlaşılan bağlamacının girişten sonra türküye geçiş notasını atlayınca ekranda onun, videonun karşısında da benim aynı anda tebessüm edişimizle fark etmiştim.
Müzik ile ilgili yazı yazacak kadar bilgim olmasa da; mevcut okuma, araştırma ve tecrübelerimden yola çıkarak hem siyaset ve hem de özellikle CHP'nin durumunun yaptığı çağrışımı müzik diliyle örneklendirerek aktaracak olursam eğer, durum meşhur Bayburt fıkrasından farksız...
Bayburt fıkrasını henüz duymayanlar için anlatmadan geçmeyelim: Devlet Senfoni Orkestrası yurt çapında verdiği konserler kapsamında Bayburt'a gider. Konser icra edilmiş ve dinleyiciler dağılırken TRT muhabiri röportaj yapmak için yakaladığı bir köylüye konseri nasıl bulduğunu sorunca 'Bayburt, Bayburt olalı böyle bir zulüm görmedi.' yanıtını alır. Muhabir 'Herhalde bir şey anlamadılar, sıkıldılar ve onun için sinirlenip böyle konuşuyorlar.' düşüncesiyle köylüye ikinci sorusunu yönelterek neden böyle söylediğini sorar. Bayburt'un köylüsü: 'Gasteci bey, bir kere orkestra Brahms'ın fa minör sonatını çok kötü yorumladı. Bartok'un piyano konçertosunu çalan piyanistte ritm duygusu diye bir şey yoktu. Bütün fa diyezleri fa naturel çaldılar. Sonra, kemanların entonasyonları hem kötüydü hem de farklıydı, bakırlarla yaylıların metronomları uymuyordu birbirine, adeta bir kakafoni vardı ortamda, mahvettiler canım Haydın'ı. Bach'ın solo süitini konservatuar talebesi bile bunlardan iyi çalardı. Orkestra Bayburtluya resmen zulmetti gasteci bey...'
Fıkradaki orkestranın hatalarının fark edilmediğini sanarak konsere devam etmesiyle, CHP'yi yönetenlerin yaptıklarının görülmediğini sanmaları arasındaki benzerlik ile bunlara karşı üretilen yanıtlar arasında da müthiş bir benzerlik var. Yoksullaştırılan milyonların, sömürülmelerinin aracı olan politikaların ve söylemlerin muhalif siyasette de birebir yer aldığını görmediğini düşünüyorlar...
(CHP'nin özellikle 2008'den itibaren iktidara yaptığı merkez bankası bağımsızlığı, BDDK ve diğer üst kurumların özerkliği ile uluslararası finans kapitalin koyduğu kurallara bağlılık gibi eleştirilerinin daha mürekkebi kurumamışken, Erdoğan'ın uluslararası piyasalardaki sıkışıklığı aşmak için yaptığı manevra ile bu politik hattın memuru Mehmet Şimşek'i göreve getirmesiyle, CHP'nin ekonomi bürokratlarının Erdoğan'ı eleştirmek için yıllarca kullandıkları argümanlar bir anda ellerinin altından kayıp gitti. CHP'nin var olan yokluk ve yoksulluğun nedeni olarak görüp gösterdiği kuralsızlık, Şimşek'in göreve gelmesi ile 'çözüldü'(!), ancak ne AKP iktidarından önce ne de 21 yıllık bu süreçte ortaya çıkan esas sorunlar çözülemediği ve çözülemeyeceği gerçeği bir yana, şimdi yeniden eski bilindik ekonomik uygulamalara dönüldüğü için bunların üzerine yeni sorunlar ortaya çıkmaya devam ediyor, muhalefetten ise gerçekçi herhangi bir çözüm önerisi hala yok...)
Şimdiye kadar CHP'yi kimler ya da hangi kadro yönetmiş, hangi seçimde hangi sonucu almış olursa olsun, aynı hastalıklı teşhis nedeniyle doğru politik hat inşa edil(e)mediği için iktidar kapısının açıl(a)madığının anlaşılması için daha kaç seçim kaybedilmesi gerekiyor? Bu tartışma iklimi her zamanki gibi bir kez daha kişisel ikbal kavgasına heba edilir ve meselenin esası gözden saklanır, kaçırılırsa sadece CHP değil, siyasetin geneli büyük güç kaybedecek, inandırıcılığı erimeye devam edecektir. Böylece hiçbir meseleye çözüm bulunamadığı, aktif siyasi aktörler arasında çözüm üretme kapasitesi oluşturabilecek kimsenin de bulunmadığı 'normal'imiz sürüp gidecektir... Zaten merkez siyasette sorun çözme yönünde bir iradenin bulunup bulunmadığı, var olan sıkışık çözümsüzlük politikalarının bilinçli bir tercih olup olmadığı da muallak... İş dünyasıyla iyi geçinip bu yolla siyasi sermaye devşirmek ve var olan kimlik çatışmalarını kullanarak garanti oy tabanlarına oynamak, ülkenin en karanlık, en düşkün köşelerine girip burada umudu örgütlemekten daha kolay geliyor olmalı. Bu kafanın, seçmen nezdinde iktidarı devralacak bir enerji üretmeyeceğini en az 3 yıl boyunca ve onlarca farklı örnekle anlatmıştım. Arşiv burada duruyor...
Dolayısıyla, ilk kez seçim kaybedilmediği için CHP'deki sorunun yönetim anlayışından kaynaklanmadığı ortada. Gerçek sebebin ise, birçok Genel Başkan ve envai çeşit kadro yapılanması denense de aynı politik hatta durulması... Lider değiştirilirse iktidara gelineceği, gelinebileceği çerçevesine sıkıştırılmaya çalışılan (anlaşıldığı kadarıyla Özgür Özel de bu görüşte) müdahalelerin de, partide meselenin esasına dönük yaşanması muhtemel ideolojik ve politik tartışmaların gündeme taşınmasını geciktirmekten başka bir sonuç üretmeyeceğini, ancak er geç bu tartışmanın yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu itibarla yapılan ve yapılacak tartışmaların kakofoniye dönüşmemesi ve kişisel meseleler eksenine sıkışmaması gerekir.
Bizzat Kılıçdaroğlu tarafından atama ile seçilecek yerlerden milletvekili yazılan, blok listeye konularak PM üyesi seçtirilen ve yine bizzat tercih edilerek MYK üyesi koltuğuna oturtularak partiyi ve genel merkezin ürettiği güç mekanizmasını kullanma ayrıcalığına sahip kılınan zevattan Bülent Tezcan, Engin Altay, Veli Ağbaba, Özgür Özel, Sezgin Tanrıkulu, Onursal Adıgüzel, Tekin Bingöl gibi bazı isimlerin, her CHP'linin hak edip talep ettiği iktidar arzusunun gerçekleş(e)memesi, gerçekleştirilememesi sonrasında oluşan arayışının arkasına hizalanarak bütün başarısızlığı Kılıçdaroğlu'na yıkmaya çalışması ironik. Daha da ironik olan ise kongrelerde yaşanan blok liste tartışmaları... Parti yönetiminde bulundukları sırada kullandıkları güç, tüm o blok listeler, mahkeme kararıyla iptal edilen il, ilçe kongreleri sırasında sesi çıkmayanlar şimdi bülbüle döndü... Bayburt köylülerine haksızlık olmasın ama, bu hareket ancak köylü kurnazlığı olarak açıklanabilir heralde. CHP'lilerin, onların orkestradaki hangi enstrümanı kullandığını ve hangi notalara bastığını bilmediğini mi düşünüyorlar sahiden? Bu çabaları, kendilerini başka türlü üret(e)meme ve ifade edememeye dayalı insani bir zaaftan kaynaklansa da bilmeliler ki bu çabalar beyhude...
'Kılıçdaroğlu gitsin biz devam edelim' düşüncesinde olanlarla meselenin esasına ilişkin hiçbir ideolojik politik tutum değişikliğine gidilmeden yalnızca yeni yüzler vitrine sürerek sorunların çözüleceğine inananlar arasında bir tercihte sıkışılırsa eğer, bu seçenekler arasında galip gelmeyi başaranların tek yapacağı şey, gelecekteki siyasi hezimetlerine doğru yeni bir yürüyüş başlatmaları olacaktır. Eğer esaslı bir politik tartışma ve sonrasında yine esaslı bir kadro değişikliği yapılmaz, yapılamaz ise, parti içi iktidarı kim ele geçirmeyi/korumayı başarırsa başarsın, yerel seçimlerde yeni ve daha bir ağır yenilgi ile karşılaşılma olasılığı her geçen gün yükselecektir. Bu durumda bu mağlup muzafferlerin tek başaracağı şey akıbetlerini bir süre ertelemek olacaktır...