Türkiye'de siyasetin 'normalleşme'si tam gaz devam ederken dünya politik savrulmalar yaşamaya devam ediyor.
Geçtiğimiz hafta sonu yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerine, aşırı sağ partilerin büyük yükselişi damgasını vurdu. Fransa Cumhurbaşkanı Macron seçim sonuçlarına tepki olarak parlamentoyu feshetti ve üç hafta içerisinde erken seçim yapılacağını duyurdu. İngiltere'de zaten birkaç hafta önce Temmuz ayında erken seçime gidilmesi kararlaştırılmıştı, Almanya'da ise koalisyonu oluşturan partilerin erimesi sürerken aşırı sağ AfD ikinci en büyük parti konumuna geldi.
Bu haberleri arka arkaya sıralayarak Avrupa'da yükselen aşırı sağdan, ırkçılık tehditinden ve yabancı düşmanlığından bahsetmek, araya bir tutam Trump, iki çay kaşığı da Brexit hikayesi serpiştirmek işin kolayına kaçmak olduğu için bu konularda yapılan analizler genellikle bu noktadan öteye geçemese de, aslında olan şey, dünyada merkez siyasetin çöküşünün tam gaz devam etmesidir.
Bu çöküş bazen farklı ülkelerde farklı şekillerde tezahür ettiği için gözden kaçıyor, bazen de yaşanan hengamenin arasında kaynıyor. Türkiye'de bu çöküş, 'Kararsızlar Partisi'nin hala en büyük parti olmasından ve seçim üstüne seçim geçmesine rağmen bu gerçeğin bir türlü değişmemesinden okunabilir. Daha üç ay önce seçimlerden birinci parti çıkan 'değişmiş' Cumhuriyet Halk Partisi, seçmenin yüzde 81.2'si tarafından ülkenin sorunlarını çözmeye ehil görülmüyor. İktidar partisi için bu oran 72.1. Var olan siyasi partilerin hiçbirisi Türkiye'nin sorunlarını çözemez diyen seçmenler ana muhalefet olacak kadar oy oranına sahip...
Ekonomik bunalım yaşayan bir ülkede bu oranların normal olduğunu, yakın zamana kadar uygulanan akıl dışı ekonomik politikaların yarattığı hasar düzeltilince ülkenin ve siyasetin de normalleşeceğini iddia edenler olacaktır, oluyor. Türkiye'deki 'Kararsızlar Partisi'ni bu argümanlarla açıklayanlar, Avrupa'da aşırı sağın yükselişini göç sebebiyle artan ırkçılığa bağlayıp, Trump'ı ise popülizm diyerek geçiştiriyorlar. Oysa dünyanın dört bir tarafında yaşananlar birbirinden bağımsız ve tesadüfi fenomenler değil, tüm dünyayı saran bir kanserin farklı coğrafyalarda yarattığı farklı semptomlardır.
Yaşanan şey, dünyada hakim olan sistemin yarattığı sorunlara, yani ekonomik pastadan geniş kitlelerin giderek daha az pay alması problemine çözüm üretemeyen merkez siyasetin ölümüdür...
Almanya örneğine baktığımızda, henüz üç yıl önce toplam yüzde 50'den fazla bir oy oranıyla koalisyon kuran üç partinin (Sosyal demokrat SPD, Yeşiller, Liberal FDP) bugünkü oy oranlarının yüzde 30'u zor geçtiği, faşist AfD'nin yüzde 16 oy oranına ulaşarak ana muhalefet olacak konuma geldiği gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Düşen ekonomik refahlarına bir türlü çözüm üretemeyen merkez sağ CDU/CSU'yu sandığa gömerek üç yıl önce merkez sol Sosyal Demokrat'ları birinci parti yapan Alman seçmeni, buradan da umduğunu bulamayarak savruluşuna devam ederken, seçmenin her savruluşu merkez partileri eksilterek aşırı sağı büyütüyor.
Aşırı sağın yükselişinin sadece göç sonucu artan ırkçılıkla açıklanamayacağını destekleyen bir başka veri de, daha liberal, dünyaya daha entegre, farklı kültürlere daha açık olan genç seçmenler arasında aşırı sağın ciddi bir popülaritesi olması. Gelecek kaygısı yaşayan, güya kırk yıllık ekonomik büyümeye rağmen ebeveynlerinin sahip olduğu imkanların yanına dahi yaklaşamayan, hayatı boyunca bir ev sahibi olamayacağına inanan ve bunda muhtemelen haklı olan dünya gençliği, çareyi farklı ülkelerde farklı hikayeleri olan aşırı uçlarda arıyor.
Bu arayış Almanya'da merkez sol SPD'yi eritirken İngiltere örneğine baktığımızda problemin sadece merkez solun problemi olmadığını görebiliyoruz: İngiltere'de olan, Almanya'nın tam tersi... Merkez sağ Muhafazakar Partinin bir ay sonra tarihlerinin en büyük seçim yenilgisini alması ve merkez sol İşçi Partisi'nin büyük bir çoğunlukla iktidara gelmesi bekleniyor. Almanya'da yaşananlar seçmenin aniden sol eğiliminden vazgeçip sağa oy vermeye karar vermesi olmadığı gibi, İngiltere'de de seçmenler bir sabah uyanıp aniden solcu olmaya karar vermedi... Yaşanan, kimi iktidara getirirse getirsin umduğunu bulamayan seçmenlerin, her seferinde biraz daha büyük bir kesimi aşırı uçlara savrularak farklı arayışlarına devam etmesinden ibaret...
Merkez siyasetin çöküşü Avrupa'da seçmenlerin farklı partilere savrulması şeklinde tezahür ederken, ABD'de ise var olan partilerin politikalarında derin kırılmalar ortaya çıkmasına sebep oldu. Donald Trump'ın dünyayı şok ederek seçim kazanmasını sağlayan küreselleşme karşıtı, serbest ticaret düşmanı ve korumacı politikalarını, bunları en çok eleştirenlerden birisi olan Biden'ın Başkan seçildikten sonra arttırarak uygulamaya devam ettiğini gözlemlemek mümkün. Önümüzdeki sonbaharda yapılacak seçimleri kim kazanırsa kazansın, ABD'nin giderek daha izolasyonist bir politika güdeceğinin işaretleri açıkça okunabiliyor.
ABD'nin kendi yazdığı kurallara uymayarak kendi kurduğu sistemi yıkıyor olduğu günümüz dünyasında, üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek (ve yazılıyor olan) bu siyasi savruluşlar yaşanırken Türkiye'de siyasetin pek umut vaat etmemesi ve 'Kararsızlar Partisi'nin durumu da şaşırtıcı değil. Bunun son örneğini de CHP'nin -ya da CHP'siz de olsa- ülkenin geleceğinde önemli bir aktör olarak işaret edilen Ekrem İmamoğlu'nun Mehmet Şimşek'i övdüğü sözlerinde görmek mümkün.
Seçmenin alternatif olarak gördüğü için sarıldığı İmamoğlu'nun Şimşek'i ve dünyayı canından bezdiren neoliberal uygulamalarını alkışlaması, hem CHP'nin hem de ülkemiz siyasetinin nasıl bir sarmal içinde olduğunun en açık örneği olmalı... Bu noktada verilebilecek en ilginç bir örnek, İngiliz muhafazakarlarının durumu olmalı. Henüz bir önceki 2019 seçimlerinde yüzde 43.6 oyla tarihinin en yüksek oranlarından biri olan Muhafazakar Parti, bir ay sonra yapılan seçimlere yüzde 24'lük anket sonuçlarıyla yaklaşarak tarihinin en büyük hezimetlerinden birine hazırlanıyor. Yaklaşan hezimetin sebebi, soldan sağa, liberallerden muhafazakarlara, çevrecilerden sanayicilere kadar herkese mavi boncuk dağıtan partinin, seçildikten sonra herkesin ağzına bir parmak bal çalmaya çalışırken hiçbir konuda gerçek bir ilerleme kaydedememesi, yani tüm merkez partiler gibi hiçbir soruna gerçek bir çözüm üretememesi...
Eskiden bir iktidarın yıpranması uzun yıllar alırken günümüz dünyasında bu -foyanın ortaya çıkması- durumu çok daha çabuk gerçekleşiyor. Dünya çalkalanıyor, sorunlara yapılan yamalar dikiş tutamaz noktaya geldiği için sürekli bir yerden patlak veriyor. Gerçek, akılcı, halkçı politikalar üretemeyen iktidarların alaşağı edilmesi artık çok daha hızlı gerçekleşiyor.
Kısacası, tüm dünyada yaşanan trendin Türkiye'de de yaşandığını görüyoruz. Son yerel seçimler, AKP'nin erimesi ve CHP'nin 'değişim'i sonucu birinci parti olması bu trendin bir örneği olarak değerlendirilebilir, ancak sonu olmayacaktır. Sorunlara çözüm üretemeyen partilerin ve aktörlerin eriyip yeni aktörlerin ortaya çıktığını, söz verip teslim edemeyenlerin ise popülaritesinin eskisine göre daha hızlı bir şekilde eridiğini göreceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla çözüm açık:
Siyaset önünde açıkça duran şeyi, yani değişen, değişmek zorunda olan dünyayı, statükonun sürdürülemezliğini kabul etmek; seçmenin, insanların haykırışına kulak vermek ve sorunlara gündelik yamaların ötesine geçen, gerçek çözümler üretmek zorunda. Dünyanın olduğu gibi Türkiye'nin de, derin ve karmaşık sorunlara basit görünen çözüm önerileri sunarak oy toplamaya çalışan, zayıf, statükoya karşı çıkmaya cesareti olmayan siyasetçilere değil; sorunlara gerçekçi bir şekilde yaklaşan, ne kadar zor olursa olsun yapılması gerekeni yapacak ve bu uğurda herkesi karşısına almaya hazır olan siyasetçilere ihtiyacı var. Aksi takdirde savruluşumuzun devam etmesi kaçınılmaz görünüyor...