Abdullah Öcalan'ın PKK'yı, 'Yenilmedi ama gerekliliği de kalmadı' şeklinde tarifleyerek yaptığı fesih çağrısı, 40 yıldan bu yana akıtılan kanın durdurulacağı umudu yarattı. Barışa amasız, fakatsız evet...
Evet de...
Biz bu filmi daha önce de seyretmiştik sanki. Türkiye kapitalizmi ne zaman krize girse ve eskiyeni yenisiyle değiştirmeye ihtiyaç duysa, mutlaka bir müdahalede bulunuluyor.
Hatırlayalım;
Halkın artan refahın paylaşımı ve özgürlük taleplerinin 'iş işten geçmesin' diye kısmen karşılandığı 27 Mayıs darbesinin yanıtı, ülke ekonomisinin küresel düzene entegre edilerek yağmasının önünün açılmasını savunan liberalizmden gelmiş, 12 Eylül öncesinde yaratılan şiddet darbe gerekçesi yapılmış ve 'eskiyen Türkiye'nin yenisiyle değiştirilmesi zapturaptla sağlanmıştı.
Her iki darbeye de destek NATO ve batı başkentlerinden, yani emperyalizmin kalelerinden gelmişti. O Türkiye'de de ağır bir mülksüzleştirme programı Özal eliyle ve IMF ve Dünya bankası denetiminde tereyağından kıl çeker gibi sorunsuz gerçekleştirilmişti.
Aradan geçen yıllar içerisinde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kapitalizm, daha fazla kârın önünde biriken sorunlar nedeniyle 'aksayan' işleri, bu kez darbe yapmaya dahi gerek duymadan, meşhur vakıflar aracılığıyla sağlanan fonlar sayesinde satın alınan gazeteci, yazar, akademisyenlerce estirilen liberal esintiler yoluyla yalnızca zihinlerde yaratılan iklimin desteğiyle ve yine IMF ve Dünya Bankası denetiminde Kemal Derviş eliyle çözmüştü.
Hem dünyada hem de ülkemizde kapitalizmin, içine girdiği yeni birikim ve mülksüzleştirme sorunlarını aşmak adına ABD'de Trump başta olmak üzere aşırı sağ sopasıyla tüm halkların zihinlerine korku tohumları ekerek en akla gelmeyecek ihtimalleri göstermeye çalıştığı günümüzde, ülkemizin siyasi ve hukuki mimarisi de içinde bulunduğumuz bölgenin jeopolitiği gereği ortaya çıkan 'fırsat'lar üzerinden şekillendirilmeye çalışılıyor diye düşünüyorum.
Çağrı için zemin oluşturan ile çağrıcı şeflerin her ikisinin de bir zamanların sağ/sol karşıtlığı gibi, zıt uçlu alt kimlikçi cenahtan olmalarına bakılacak olursa, Erdoğan'ın sözünü ettiği yeni Türkiye'ye rıza, kimlikçilik üzerinden üretilen sorunları, onu kullananlara çözdürerek sağlanmaya çalışılıyor. Yani bu kez 'barış'tan murat edilen, hem yeni düzenin kurulmasına olanak sağlaması, hem de düzen için tehlike oluşturabilecek fay hatlarının kırılmasının önüne bir engel çekmesi, en azından yeni bir düzen için eski sorunların raftan indirilmesine ihtiyaç duyulana kadar...
Dolayısıyla çağrı, akan kanı durdurarak içeride ve bölgemizde yeni bir durumun inşasına olanak sağlamasına tekabül ediyor. Bu yeni durum, kazananlar için içeride iktidar erkinin devamını kolaylaştırırken, bölgemizde de (Suriye, Irak, Lübnan gibi) yeni sınırlar ve özellikle sermayeye bu sınırları kapsayan yeni hükümranlık alanları vadediyor. Tüm batı başkentlerinin bu yeni durumu hararetle alkışlamalarına bakılırsa bu 'barış'a uluslararası finans kapitalin desteği ve onayının da alındığı anlaşılıyor.
Ülkemizde yaşanan tüm sorunların müsebbi olarak Erdoğan'ı gören/gösterenlerin kendilerini mi kandırdıkları yoksa bizi mi kandırmaya çalıştıklarının bir önemi var mı bilmiyorum ama tekrar belirmemde fayda var; Erdoğan bir siyasi fenomen, araç ve yaşananlar bir sonuç. Yani olumlu/olumsuz etkisi ve sorumluluğu sınırlı.
Bu 'barış' ile birlikte (eğer tamamına erdirilirse) ayyuka çıkacak olan bir başka gerçek ise, 40 yıllık bu süreçte yaşanan her şeyi olaylar ve kişiler üzerinden yorumlamak yerine, gelecekte de karşılaşacağımız sorunlara daha sistematik olarak, nedensellik bağlamında yaklaşmamızın hayati öneme sahip olduğu...
Bitirirken, çağrının sahibine (Bahçeli) yazılan teşekkür mektubunun altına imza atanların (Öcalan, Demirtaş, DEM, Kandil...), ona yaptıkları haksızlığı(!) telafi edebilmeleri için tarihte hapsolmuş olayları ve insanların da içinde hapsolmuş tarihi serbest bırakmak adına kısa bir hatırlatmada bulunmak istiyorum:
Bahçeli'nin Genel Başkanı olduğu MHP'nin kurucusu Alparslan Türkeş, ülkemizdeki ilk askeri darbe olan 27 Mayıs'ı gerçekleştiren ekibin bir üyesiydi. Türkeş 12 Eylül darbesi sonrasında da bir süre tutuklu kalsa da darbeye gerekçe gösterilen şiddetin iki tarafından biri olan MHP ve çeperindeki örgütlerin lideriydi. Dolayısıyla ilkinde olduğu gibi darbeyi yapanların içinde olmasa da, bu kez darbenin gerekçesi sayılan şiddetin iki tarafından birisi olarak rol sahibiydi.
Türkeş'ten bayrağı devralan Şef Bahçeli'nin de, ülkemizde yaşanan her tarihi kırılmada selefi Türkeş gibi işaretçi ya da irade sahibi olarak yer aldığı görülüyor. 2002'de ortağı olduğu hükümeti erken seçime zorlamış ve 2003'teki seçimlerde AKP iktidara gelmişti. O günden bu yana da (ister Erdoğan'ın yanında isterse de karşısında) düzenin her ihtiyaç duyduğu anda Bahçeli 'işin' içindeydi. Bunun yakın tarihteki en önemli örneklerinden birisi de Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesini ve sistemin varlığını sürdürmesini sağlaması denilebilir.
Şimdi de yeni bir Türkiye inşası için ihtiyaç duyulan sosyolojik ortamı sağlamak adına, esasen zıtlığından beslendiği Kürt milliyetçiliğine barış teklifi yaparak, şimdiye kadar olduğu gibi, yukarıda anlattığım örneklere ek olarak, sistemin bir kez daha 'kazasız belasız' dönüşmesine aracılık ediyor...
Meseleleri, yaratmaya, korumaya ve yaşatmaya çalıştıkları düzenin aktörleri üzerinden okumak, çıkmaz bir yoldur. Günümüz insanına minik kuş muamelesi yapıp küçük ve önceden işlenmiş bilgi parçalarıyla ve kulağa en hoş geldiği için (mesela her kapıyı açma sihrine sahip barış gibi) en kolay yutulan yalanlarla beslemeye çalışan ekran bülbülleri ve onları fonlayanların her şeye cevapları var tabii, ama gerçeğe ulaşmak için daha çok soru sorulması gerekiyor...
Her zaman gölgelenmeye çalışılan esas gerçek ise hala ortada duruyor: Kaynakların ve refahın adil bölüşüldüğü, eğitimin ve sağlığın parasız ve insan onuruna yakışır bir yaşamın mümkün olduğu sömürüsüz bir gelecek mümkün...