Araştırmalara göre, doğa deneyiminin insanın duygusal ve bilişsel işleyişi üzerindeki kritik rolünü açıkça ortaya koyuyor: İnsan zihni; beton, cam ve asfalt arasında değil, binlerce yıl boyunca yeşilin, toprağın, suyun ve canlı çeşitliliğinin içinde şekillendi. Doğal seçilim, hominid evrimi sürecinde bizi o çevresel koşullara uyum sağlayacak biçimde biçimlendirdi. Kısacası, biz doğanın çocuğuyuz; kentler ise oldukça yeni bir icat.
Bugün yaşadığımız şehir hayatı ise bu evrimsel geçmişle tam anlamıyla örtüşmüyor. Kent yaşamına bütünüyle uyum sağlayacak kadar çok nesil henüz geçmedi. Bu yüzden insanın, geniş anlamda kentsel çevrelere biyolojik olarak hala zayıf bir şekilde adapte olduğu savunuluyor. Belki de bu nedenle, kalabalıklar içinde yalnız hissediyor, gürültüden yoruluyor, gri duvarlar arasında zihinsel olarak daralıyoruz. Modern yaşamın hızına ayak uydurmaya çalışırken, bedenimizin ve ruhumuzun aslında başka bir ritme ait olduğunu unutuyoruz.
Tam da bu noktada karşımıza “doğa eksikliği sendromu” çıkıyor. Özellikle çocuklarda dikkat dağınıklığı, yetişkinlerde stres, kaygı ve duygusal tükenmişlik gibi olumsuz etkilerle ilişkilendirilen bu durum, doğayla kurulan temasın azalmasının sessiz bir sonucu. Neyse ki çözüm yine çok uzaklarda değil. Kentsel yeşil alanlar, bu eksikliğin etkilerini azaltmada önemli bir rol oynuyor. Bir parkta yürümek, ağaçların altında oturmak ya da sadece kuş seslerini duymak bile zihinsel toparlanmaya katkı sağlayabiliyor.
Ancak burada önemli bir ayrım var. İnsanlar, yalnızca “yeşil” olan her alanla aynı bağı kurmuyor. Araştırmalar gösteriyor ki tür açısından zengin, doğal çeşitliliğe sahip yeşil alanlar; tek tip çimenliklere ya da standartlaştırılmış, estetik kaygıyla düzenlenmiş bitki örtüsüne sahip alanlara kıyasla çok daha fazla tercih ediliyor. Çünkü insan zihni, karmaşık ama dengeli ekosistemlerde kendini daha “evinde” hissediyor. Birkaç ağaç ve düzgün biçilmiş çim, doğanın yerini tam anlamıyla tutmuyor.
Belki de şehir planlamasında sormamız gereken soru şu: Daha fazla yeşil alan mı istiyoruz, yoksa daha fazla doğal alan mı? Betonun arasına serpiştirilmiş sembolik parklar yerine, biyolojik çeşitliliği gözeten, insanın doğayla gerçek bir temas kurabileceği alanlara ihtiyacımız var. Çünkü doğa, lüks bir kaçış noktası değil; insan olmanın temel bir parçası. Ve biz, onu ne kadar ihmal edersek, kendimizi de o kadar eksik bırakıyoruz.