Birinci Dünya Savaşı döneminde, Almanlar Osmanlı Devleti’ne “Enverland” yani “Enver’in Ülkesi” diyorlardı. Türkiye’ye malzeme taşıyan vagonlara “Enverland’a Gider” yazılıyordu.
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı (1) adlı kitabında şöyle yazacaktı: “Almanlar, Büyük Savaş’ta Türkiye’ye kendi teğmenlerinin adını koymuşlardı: Enverland!” Evet Almanlar gerçekten teğmenlerini bulmuşlardı.
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı’nın Allahaısmarladık bölümünde: “Eşyam ve kağıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyorum… Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız…
Anadolu hepimize hınçla, güvensizlikle ve şüpheyle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz…
İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: ‘Benim Ahmed’i gördünüz mü?’ diyor. Hangi Ahmed’i, yüz bin Ahmed’in hangisini? Yırtık basmanın altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun tersini gösteriyor. ‘Bu tarafa gitmişti’, diyor.
‘Ahmedi’mi gördün mü?' Hayır… Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat, biz Ahmed’i kumarda kaybettik.”
Birinci Dünya Savaşı’nda, Anadolu’nun çektiği sıkıntıları, ıstırapları bu denli mükemmel anlatan başka bir örnek var mıdır? Bilinmez…
***
Evet, ıssız ve sahipsiz Anadolu’nun sahipsiz anaları işte böyle ağlıyorlardı. Yokluklar, fakirlikler içinde büyüttükleri ve vatan için askere yolladıkları Ahmetlerini soruyorlardı. Ahmetler, hiçbir zaman Osmanlı’nın olmayan çöllerinde, kavurucu sıcaklarda yitirilmişti. Anadolu’nun sütü böyle heba edilmişti. Ahmetler, Osmanlı’nın oynadığı kumarda kaybedilmişlerdi… Ahmet’in anasının gözyaşları, çaresizlikler içinde Anadolu toprağına işte böyle aktı. Ahmetlerin kanı çöllerde, susuz topraklarda böyle aktı…
***
Peki, Ahmet’in kanının aktığı o topraklar, gerçekten Osmanlı'nın olmuş muydu? Cevabı Falih Rıfkı Atay versin:
“Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor.
Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz… Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin… Yalnız jandarma bizim idi. Jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.
Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap yahut yarı Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rasgeliyordum…
Osmanlı İmparatorluğunda bütün azınlıklar imtiyazlı oldukları için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.
Bir Kürt inzibat çavuşunun kütüğünden gelen Abdurrahman Paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin, Araplaşmış olduğu için de meclis üyesi idi. Bu Abdurrahman Paşa, kendi toprağının tamamını ancak harita üstünde görmüştür.
Suriye, Filistin ve Hicaz’da: ‘Türk müsünüz? Sorusunun birçok kereler cevabı ‘Estağfirullah!’ idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık.
Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların hep başka milletlerin idi. Gür sakallı baharat kokan dürziler, saçları örgülü Yahudiler, entarili Araplar, hepsi Türk ordusu kanala doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış: ‘Geç yiğidim geç!’ diyordu. Bir avuç Türk bütün kıtayı tuttu. Koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık…
Artık ne Suriye, ne de Filistin bizim idi. Rumeli’yi de kaybetmiştik.
Fakat her yere: ‘bizim’ diyorduk…
Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk.
Mısır’ı fethe çıkan Cemal Paşa, Kudüs’te, Şam’da, Lübnan’da, Beyrut’ta ve Halep’te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun komutanı gibi bir şeydi…”
Osmanlı Devleti’nin son yıllarını mükemmel bir şekilde anlatan Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı’nda böyle diyordu. Bilgisizlikler, hayaller, ihtiraslar, nankörlükler zinciri…
***
Yıl 2023… Şimdilerde ise, “Müslüman olmayana Türk denmez” söylemi dolaşıyor. Cehalet bilinçli bir tercih elbette. “Müslüman olmayana Arap denmez” mantığı gibi… Hristiyan ya da Musevi olan Araplar, Arap olmayacaklar mı?
Müslüman olmayan Büyük Hun İmparatorluğu hükümdarı Mete Han, Türk değil mi mesela? Türk Ordusu’nun kuruluş tarihi, M.Ö. 209 olarak kabul edilir. M.Ö. 209’da kurulan Türk Ordusu Türk değil miydi?
Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alan 16 Türk Devleti’nin hepsi Müslüman mıydı?... Büyük Hun, Batı Hun, Avrupa Hun, Ak Hun, Göktürk, Avar, Hazar, Uygur Devleti Müslüman olmadıkları için Türk değiller mi? Müslüman olmadıkları için Türklükten mi reddedilecek?.. Şu anda yaşayan Çuvaş, Gagavuz, Karay, Altay, Tuva, Yakut, Hakas, Sarı Uygur Türkleri Müslüman olmadıkları için Türk sayılmayacaklar mı? Siz Müslüman o0lmadığınız için Türk olamazsınız mı denilecek?..
***
Atatürk, 1930'da Millet'in tanımını yapmış ve noktayı koymuştu. Bu tanım, Türk tarihinin de özetidir. "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir."
Atatürk, Osmanlı’dan kalan en büyük mirasın, çağdaşlaşmaya engel olan cehalet olduğunu anlar. Saltanatın kaldırılması kararının verildiği gün, 1 Kasım 1922’de Mecliste yaptığı konuşmada: “Osmanoğulları, zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk Milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor.” demişti. Atatürk, Müslüman ülkeler içinde, ‘kul’ yerine ‘birey’i, “ümmet” yerine ‘millet’i oluşturmuş tek çağdaş liderdir.
Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimin ana hedefi, bir ulus devletin Türk ulusunun yaratılmasıdır. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin temelini ulus devlet, üniter devlet ve laik devlet yapısı oluşturur. Ulus devlet anlayışı, etnik ve dinsel temellere bağlı değildir. Ulus devlette dil önemlidir. Üniter devlette ise, tek bir ülke, tek bir egemenlik, tek bir ulus vardır. Laik devlet yapısı, Atatürk ilkelerinin temel taşıdır.
Milleti öldürüp, yerine, tarihten acı tecrübelerle silinmiş bir ümmet koyma gayreti, Türkiye’yi sadece karanlığa ve geri kalmışlığa götürür.
Dünyanın en zengin enerji kaynaklarına sahip, fakat tek buluşları yok. Neden? “Biat” kültürü “kul”, “liyakat” kültürü “özgür birey” demek... “Liyakat”, akıl ve bilim demek... Sorgulama kültürü demek… Sorgularsan, yolun Atatürk’e ve O’nun devrimlerine çıkar…
Ümmet peşinde olanlar; başkalarından satın aldıkları silahla birbirlerini öldüren ve başkalarının bulduğu ilaçla iyileşmeye çalışan coğrafyaya özeniyorlar… Batı’dan medet uman, kendi çocuklarını Batı’daki okullara gönderen coğrafyaya…
(1) Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Bateş A.Ş., İstanbul, 2003.