Rahmi Apak, İkinci Abdülhamit Dönemi'nde, Balkan ve İstiklal Savaşı'nda görev yapan bir subaydır. "Yetmişlik Bir Subayın Anıları" adlı kitabında, Balkan Savaşı sırasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyordu:
"Bir yerde, küçük bir sırt üstünde yedi sekiz subayın daire şeklinde bir şeyler yaptıklarını gördüm, hayvandan inerek onların yanına sokulduk. Subaylardan birisi Kur'an'ı ortasından bir iple bağlamış, bu ipe bir anahtar geçirmiş, mukaddes kitabı çeviriyor sonra bırakıyor. Yedi sekiz defa bükülmüş olan ip dolayısıyla bu defa geriye dönen ve sonra sağa sola ufak hareketler yapan Kur'an, nihayet kuzey istikametinde durunca kitabı çeviren subay: 'İşte, kitabın gösterdiği istikamet, bizim için hayırlı olacak istikamet burası, yani Loşna istikameti. Cavit Paşa'nın bulunduğu yer' dedi. Meğerse bu subaylar yarım saatten beri hangi istikamete gidilmesi gerektiğini tartışmışlar… Loşna'da Cavit Paşa'ya katılacak olurlarsa Sırplılara teslim olacaklarını ve Sırplıların ise, Türk askerine iyi davrandıklarını; hâlbuki Ordu Komutanı'nın emri gereğince Fiyeri'ye gidecek olurlarsa Yunanlıların Türk esirlerini öldürdüklerini tartışıp durmuşlar. Kur'an falına başvurmaya karar verilmiş. Sonuçta, bu gruptan beş subay Kur'an falının gösterdiği istikamette (Ordu Komutanı'nın emrinin tersine) yola çıktılar, diğer iki subay da ordunun talimatına göre Fiyeri'ye gitmek üzere bize katıldılar… Çok şükür ne Yunanlılar ne de Sırplılar, Türk Ordusu'nun sığındığı bölgeye ilerleyemediler…"(1)
İşte, ordu komutanının emirlerini savaşta bile yok sayan bu zihniyet, Balkan faciasını ve Osmanlı Devleti'nin sonunu böyle hazırladı. Orduda, savaş kuralları ve harp sanatının yerini dini hükümlerin alması sonucu, Balkanlar elden çıkmış ve 600 yıllık Osmanlı Devleti yok olmuştu.
Rahmi Apak'ın, Osmanlı Dönemi'ni yansıtan diğer bir anısı:
"Biz öğrenim gördüğümüz yıllarda, Padişah İkinci Sultan Hamit memlekette tam bir diktatör durumunda idi. Daha önce Sultan Abdülaziz'in tahttan indiği saltanat darbesinde, Harp Okulu da rol aldığından, Abdülhamit Harp Okulunu sıkı kontrol altında bulundururdu. Mesela; öğrencilerin ellerine verilen silahlar, mekanizmaları (atış yapacak parçalar) sökülmüş ve süngüsüz Martin Hanri tüfekleridir. Hâlbuki o zaman, Türk Ordusu Almanya'dan satın alınmış mavzer silahları ile donatılmıştı. Öğrenciler, tüfeklerin, cephanenin yüzünü bile görmezler. Tek bir mermi atmazlar, atış eğitimleri yapılmaz ve böylece bir tüfeğin nasıl patladığını hiç işitmeden, kıtalara askerleri yetiştirmek ve gerektiğinde düşmanla savaşmak için gönderilirler…"
"Ders programında manevi destek verecek bir şey yoktu. Hatta Harp Tarihi bile okutulmazdı. Vatan, millet sözlerini söylemek yasaktı. Herkes Müslüman idi, Türklük bile dile getirilmezdi. Okul idaresinin dağıttığı Fransızca-Türkçe sözlükte, 'patrie' sözcüğünün karşılığı olan 'vatan' sözünün yazılmış olduğu saraya jurnal edilmiş ve bu sözlük toplatılarak kaldırılmıştı…"
"Türk polisi, bir yabancı vapura kara sularımızda bile giremezdi. İstanbul'dan kaçmak isteyenler, bir cani bile olsa, bir yabancı vapura kapağı attığında hükümet bunu vapurdan alamazdı… Beyoğlu'nda dükkân ve mağazaların tabelaları Fransızca idi… Demiryollarında resmi dil Fransızca idi. İşte, kendi öz yurdumuzda gördüğümüz bu aşağılık manzara yüreğimizi yakıyordu…"(2)
Rahmi Apak, aynı kitapta anılarının başka bir bölümünde:
"Bizim tümen, ilkbahara kadar (1915) ordu ihtiyatı olarak Pasinler Ovası'nda kaldı… Bir gün, bulunduğum köyün sokağında oturan 15 yaşlarında bir köylü çocuğu gördüm. Biraz sohbet edeyim dedim:
- Bana bak oğlum senin adın ne?
- Ahmet.
- Sen hangi millettensin? (Ermeni olmasından şüphe ediyordum).
- Osmanliyem.
- Osmanlı ne demek, sen Türk değil misin?
- Hayır, ben Türk değilem, Osmanliyem.
- Peki, sen hangi dilden konuşursun, Ermenice mi yoksa Türkçe mi?
- Türkçe konuşurem.
- Mademki Türkçe konuşuyorsun o halde sen Türk'sün.
- Hayır, efendim ben Türk değilem.
- Ulen, sen de Türk'sün, ben de Türküm.
- Efendi sen Türk'sen Türk ol. Bana ne? Ben Türk değilem.
- Ulen Padişah dahi Türk'tür.
- Efendi, günaha girme Padişah Türk olamaz.
Meğerse bütün Azeri Türkleri, Kars, Ardahan ve Tiflis Türkleri Şii mezhebinden oldukları için Sünni olanlara Osmanlı denirmiş."(3)
İşte, Osmanlı'nın çöküş döneminde mezhep ayrımcılığı ve Türklerin ikinci sınıf sayılması…
Osmanlı tarihinde üç büyük felaket vardır ki, bilgisizlikler, hatalar ve ihtiraslar serisidir. Birincisi, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı'nda Tuna (Balkan) vilayetinin kaybedilmesi, ikincisi, 1912 Balkan Savaşı'nda Balkan ülkelerinin elden çıkması ve üçüncüsü, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti'nin çöküşüdür.(4)
1683 yılında, İkinci Viyana Kuşatması ile başlayan çekilme önlenemez. Neden? Osmanlı'da Koçi Bey Risalesi'ne bakın. Adam kayırmacılık ve yozlaşmanın, liyakat sisteminin yok olmasının, Osmanlıyı nasıl kemirip yok ettiğini görürsünüz. Tarikat ve cemaatlerin Osmanlıyı nasıl çöküşe sürüklediğini de…
Tarih bir dikiz aynası, arada bir bakılması gereken. LİYAKAT, LİYAKAT, LİYAKAT…
Kaynakça:
(1) (2) (3) Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Anıları, TTK, 1988.
(4) Taha Akyol, Rumeli'ye Elveda (100.yılında Balkan Bozgunu), Doğan Kitap, İstanbul, s.12.