Üstad Dagens Nyheter Gazetesini Dağıtırken...

Muzaffer Ayhan Kara

Basınımızın duayen isimlerinden, halen Milliyet' te Açık Pencere'de fıkra yazarlığını sürdüren Melih Aşık, zaman zaman sosyal medya hesabında renkli anılarını da kaleme alıyor. Mülkiye'deyken okulu bir ara asıp İsveç'te çalışıp yaşar, sonra da Almanya'ya geçerek serüvenine devam eder. Bu yıllar 12 Mart sonrasındaki TRT ve sonrasında Günaydın'da başladığı yazılı basın dönemine kadar sürer. 

Üstad Aşık, bugün de de İsveç'te gazete dağıtıcılığı anılarını paylaştı. İşte Aşık'ın Dagens Nyheter anıları... (Ara başlıkları ben attım; M.A.K.)

×××

SİNEMACILIK HAYALLERİYLE VER ELİNİ İSVEÇ

Dün sabaha karşı pencereden boş caddelere bakarken... Aklıma saat 03:00 sularında Dagens Nyheter gazetesinin Lund bürosu önünde gazete kamyonunu beklediğim günler geldi... Sene 1965... Okulu boşlamış, sinemacı olma hayalleriyle İsveç'e gelmiş, annemden sızdırdığım üç beş kuruşu yollarda tüketmişim. Artık işçiyim...

KARLARIN ÜZERİNDEKİ GAZETE BALYASI

Kamyon birazdan gelecek, içinde her biri 50 - 60 sayfalık 200 adet Dagens Nyheter gazetesi bulunan küçük balyayı karların üzerine fırlatıp gidecek, bir kenarda bekleyen ben balyayı açacak, bisikletin arkasına yükleyecek kentin dış mahallelerinde gazete bekleyen evlere doğru pedal çevireceğim... Dizi dizi cadde lambalarının altında pırıl pırıl kar tarlaları... Buz  tutmuş otobandan gelip geçen tek tük araçlar... Onların yanından ağır ağır geçilecek, bizim mahalleye varılacak... Ara sıra bisikletten kayıp düşen gazeteler toplanıp yeniden yüklenecek. 200 gazete saat 06'ya kadar, katlar koşa koşa çıkıp inilerek dağıtılıp bitirilecek... 

Eğer dağıtım saat 06.00'ya kadar bitmez de gazete beş dakika falan gecikirse sabah büroya telefon açılıyor, gazetenin geç kaldığı anlatılıyor, şikayet oradan da bana yansıyor. İyisi mi koştura koştura dağıtılacak bu gazeteler… Ki boşuna laf yemeyelim...

Ama dağıtım işi bittiğinde de bir keyif sarar insanı ki sormayın...

Bir defasında o keyifle bisikleti mahalleden ana yola doğru yokuş aşağı bırakmıştım... Hızlandık, hızlandık... Tabii karda fren de tutmaz. Yarı yolda devrilip taa otobanın ortasına kadar savrulduk... Neyse ki o sırada gelen geçen araba yoktu, ucuz kurtulduk. Birkaç saniye hareketsiz kaldım. Annem, babam, kardeşlerim, okuldaki arkadaşlarım beni o anda görse ne derdi? Kendi halime onlar adına çok güldüm.

JÜL TATİLİNDE İŞSİZ KALINCA…

Yılbaşı geliyordu. İsveç'de Jül diye tatsız bir tatil vardır. Noel bayramı. Galiba 17 Aralık gibi başlar, 10 Ocak gibi sona erer. Arada sokaklarda kimseyi göremezsiniz. Hayat durur. Kimse evinden çıkmaz. Benim yaşadığım Lund bir öğrenci kenti olduğundan öğrenciler de gitmiş, kent iyice boşalmıştı. Benim Jül'den falan haberim yok... Fabrikalarda iş arayacağım diye çalıştığım lokantadan ayrılmıştım. Jül'ün gelip her tarafa kilit vurulmasıyla işsiz kaldım. Lokantalar, kafeler de kapalı. Son gün ikamet kaydı için kiliseye gittiğimde (orada bu işi kilise yapıyor) papaz efendi ile sohbet ederken durumu anlattım. Kızıl sakallı genç papaz telefonu çevirdi, bir şeyler konuştu, gazete bürosunun adresini verdi. Günde 10 krona gazete dağıtacaktım. 10 krona iki sosisli sandviç alabilirdiniz. Öyle bir para. Ama çaresiz. İşe giriştik. Lund kentinin karla kaplı ıssız caddelerinde zamanla yarışımız başladı. Gazeteyi dağıtacağım mahalleyi o işi bırakan adam beni arabasıyla götürüp göstermişti. O bu işi otomobiliyle yapıyordu. Zor gelmiş. Benim işi bisikletle yapacağımı öğrenince, 'biraz zor olur', dedi gülerek. Ama dedik ya çaresiziz... Üstelik cepteki son paralar da suyunu çekti. Bir kuru ekmekle iki gün idare ettim. Gazete bürosundan avans istedim. Ayın sonunda vereceklermiş.

AÇLIK BAŞIMA VURUNCA GÜNDÜZ GÖZÜ RÜYA!

Hayatımda ne o güne kadar, ne o günden sonra yaşamadığım açlık günleri başladı. Şehir bomboş. Kız arkadaşlar memleketlerine gitmiş. İstasyonun orada sosisli sandviç (korv) satan bir büfe var, enfes sosisler, yanında patates püre veriyor ama bende beş para yok. Gündüz gözü rüyalar görmeye başladım. Asmalı Mescit'te yanlarında kaldığım Levanten ailenin bir yılbaşı sofrasındayım. Önümde Rus salatası duruyor. Aynen o anı yaşıyorum. Ya da annemle pazarda dolaşıyoruz. Havuçlar, pancarlar, patatesler falan var tezgahlarda. Canım yemek istiyor. Ziyaret sofraları geçiyor gözümün önünden. O anlara gidiyor zihnim. O sahnelerin nasıl olup da aklımda o kadar canlı kaldığına şaşırıyorum biraz da... Anlaşılan aç kalınca bilinç altı çalışıyor, iştah açan görüntüler su yüzüne çıkıyor.

ÖĞRENCİ EVİ BALOSU İMDADIMA YETİŞTİ

Sanırım açlık 5- 6 gün sürdü. Arada bir gün yılbaşı balosu varmış. Akademiska Foreningen (Öğrenci Evi) balo düzenlemiş. Bir günlüğüne bulaşıkçılık işi buldum. Öğleni zor ettim. Garsonlar, mutfak işçileri falan yemek masası etrafına toplandık. Ortaya kocaman bir tepsi hamburger konuldu. Kaç tane yediğimi hatırlamıyorum. Yemek bitti. Tepside üç hamburger daha kalmıştı. Yugoslav işçilerden biri:

-‘Bunları da ye kalmasın,’ dedi samimi şekilde.

-‘Teşekkür ederim ben çok yedim,’ dedim…

-‘Al al, biz halden anlarız,’ dedi...

HEYECANLI, MACERALI, ÖZGÜR GÜNLERDİ

Anlaşılmıştı durum. Biraz da utanarak alıp onları da yedim. 1965 yılının son günlerini böyle geçirdim. Parasızlık ve açlığın ne demek olduğunu o yıl orada öğrendim.

Yine de heyecanlı, maceralı, özgür günlerdi.”