Altılı masa yine toplandı. Toplantıdan bir gün önceki gazete haberlerinden, Anayasal ve Yasal Reformlar Komisyonunun çalışmalarının gündeme geleceğini ve bu komisyonda yasama ve yargı bağımsızlığı konusunda Anayasa’da yapılacak değişiklik önerilerinin tartışılacağını öğrendik. Defalarca, bıkmadan usanmadan yazdık. Ülkemizde evrensel ölçülerde demokrasinin yerleşip kökleşebilmesi için yine evrensel ölçülere uygun siyasal partiler ve seçim yasalarının çıkarılması gerekiyor. Çünkü seçim ve siyasal partiler yasaları Anayasadan daha önemlidir. Anayasayı yapacak olanlar bu yasalara göre belirlenmektedir de ondan! Bundan önceki yazılarda vurguladık. Ülkemize gerçek anlamda demokrasinin gelebilmesi için önce parti içi demokrasinin gerçekleşmesi gerekiyor. Parti genel başkanlarının kaymakam/vali kararnameleri gibi oluşturdukları listelerle parlamentoya gelenler gerçekte milletin değil onların vekilleridir! O zaman beş yüz, altı yüz kişilik meclislere hiç gerek yok. Halkın kesesinden bu kadar masrafa yazık. Anonim şirketlerde olduğu gibi her parti genel başkanı aldığı oy yüzdesi kadar oy kullanır, olur biter! Gelelim seçim kanunlarına… Siyaset dünyasında sürekli “Millî İrade” edebiyatı yapılır. Ama bu söylem hamasetten öteye gitmez, gidemez. Çünkü milli irade denilen olay, sadece seçim kanunlarıyla şekillenen sonuçtur. Memleketimizde milli irade kavramı gibi alabildiğine “sandık” edebiyatı yapılır; bu konuda o kadar ileri gidilir ki sandıkla demokrasiyi eş tutan parti genel başkanları meydanlarda bağırır dururlar. Oysa manzara tam bir sandık fetişizmidir! Çünkü atılan oylar sandıktan çıkacaktır. Pekiyi neye hangi sisteme göre? Anadolu’da günümüzde fuara dönüşen panayırlar vardı çocukluğumda. Yirmi beş kuruş verip kahkaha aynalarına girerdik. Odanın birinde uzunu kısa, kısayı uzun gösteren aynalar bulunurdu. Kendimizin ve arkadaşlarımızın görüntülerine bakar gülmekten katılırdık. Diğer oda ise şişmanı zayıf, zayıfı da şişmen gösteren aynalarla doluydu. Çocukluk hastalığının iyileşmediği demokrasilerde uygulanan seçim yasaları tıpa tıp kahkaha aynalarının benzeridir. O kadar benzeridir ki, kamu hukuku ve siyaset bilimi uzmanları seçim yasalarını incelerken gerçeği yansıtan sisteme “düz ayna” adını vermişleridir. Şimdi ülkemizden örneklere sıra geldi. Çok partili yaşama geçtiğimiz, yargının yönettiği, hilesiz hurdasız 1950 seçimlerine bir bakalım. 14 Mayıs 1950 seçimleri 487 milletvekilliği için yapılmıştı. Katılım oranı %89,30’du. Demokrat Parti 4 milyon 391 bin 694 oy almış (%55,2) ve 416 milletvekili çıkarmıştı. İktidar partisi CHP ise, 3 milyon 148 bin 626 oy almış (%39,6) sadece 69 milletvekili çıkarabilmişti. Millet Partisi, 368 bin 537 oy almış (%4,6) bir milletvekili çıkarmıştı. Bu sonuçlar seçimi cepte gören o günkü iktidar partisi yöneticilerin seçim kanununu hazırlarken düştükleri hazin durumun göstergesidir. Çünkü uygulanan seçim kanunu “mutlak çoğunluk” öngörüyordu. Yani bir ilde sadece bir fazla oy alan parti tüm milletvekillerinin sahibi oluyordu. CHP’ni bumerang gibi vuran bu yasa 1954 seçimlerinde de geçerliydi. Yasa 600 kişilik TBMM’de, %59 oy alan Demokrat Parti’ye 503 milletvekili vermiş, CHP ise aldığı %35 oya karşın sadece 31 vekil ile yetinmek zorunda kalmıştı. Eğer o zaman mutlak çoğunluk yerine nispi sistem uygulansaydı belki de 27 Mayıs olmayacaktı. Bu kadar dengesiz bir yapılanma içinde olan bir parlamentoda çoğunluğu dizginlemek olası değildir. Hele Anayasa Mahkemesi, bağımsız yargı gibi kurumlar yoksa! Bu konudaki düşüncelerimi çok kez TBMM tutanaklarına yansıttığımı anımsıyorum