5 Kasım 1972 günü İsmet İnönü, 49 yıldır üyesi olduğu ve 33 yılını genel başkan olarak yönettiği CHP’den istifa etmişti. Babıali basınının anlı şanlı yazarları artık partinin bittiği konusunda birleşmişlerdi. Yeni Genel Başkan Bülent Ecevit’in hiç şansı yoktu! Oysa 14 Ekim 1973 genel seçimleri tam tersine rakamlarla sonuçlandı. CHP %33,3 oyla birinci parti olmuş ve 184 milletvekili ile meclise girmişti. CHP’nin 12 Mart muhtırasına karşı cezaevlerinde, mahkemelerde mücadele eden sıkıyönetimle boğuşan bir alt yapısı vardı da kamuoyunun pek haberi yoktu. Ali Topuz, Önder Sav, Erol Çevikçe, Ali Nejat Ölçen, Haluk Ülman, Süleyman Genç, Mahmut Türkmenoğlu, Yüksel Çakmur, Alev Coşkun ve birçok yeni isim parlamento sahnesine çıkıyorlardı. Ben de onlar arasındaydım. Antalya’dan önseçimle gelen Deniz Baykal’la bizi 1969 yılında Ecevit tanıştırmıştı. Üç ay süren hükümet bunalımı CHP-MSP Hükümetinin kurulmasıyla aşılmıştı. Baykal bu koalisyonun mimarlarındandı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde siyaset bilimi doçenti Deniz Baykal’ın politikaya başlaması böyle olmuştu. İnişli çıkışlı siyaset yaşamında Maliye, Enerji, Dışişleri bakanlıkları ve Başbakan Yardımcılığı yaptığı gibi CHP ve SHP’de genel sekreter yardımcılığı, gurup başkanvekilliği, genel sekreterlik görevlerinde bulunmuştu. 9 Eylül 1992’de toplanan ve CHP’nin yeniden açılmasına karar veren kurultayda genel başkan seçilen Baykal’ın bu unvanı kesintilerle 15 yıl sekiz ay sürdü. Görevi, kaset operasyonu sonucunda 10 Mayıs 2010 günü istifasıyla son buldu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bir süre Dil Okulu ve Çanakkale Zincirbozan’da gözetim altında tutulmuştu. Tam elli yıl politika sahnesinde kalan Baykal’ın inişli çıkışlı olduğu kadar renkli bir yaşamı oldu. Çok iyi bir yüzücü olan Baykal, müthiş hitabeti ve entelektüel kimliğiyle siyaset dünyasında özel bir konuma sahipti. Elli yıllık bir politik yaşam elbette başarılar, yenilgiler, hatalar ve yanlışlarla dolu olacaktır. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; Baykal’ın başarıları çok kez görmezden gelinmiş, hata ve yanlışları ise orantısız biçimde eleştirilmiştir. Askeri ve sivil bürokrasi ona hep şaşı bakmıştır. Devletle ticari ilişkileri olan medya tekelleri ise ona hiç tolerans tanımamıştır. Parti içi demokrasideki yanlışlarından doğan “hizipçi” sıfatı üzerine yaşamının sonuna kadar yapışmıştır. Oysa ülkemizdeki parti düzeni hizipler üstüne kuruludur. Nitekim Baykal’dan sonra da hizipler at koşturmayı sürdürüyorlar. “Ergenekon davasının savcısıyım” diyen Erdoğan eleştirilirken “Sen savcısıysan ben de avukatıyım” diyen Baykal’ın bu sözü pek vurgulanmamıştır. Baykal keyfi biçimde atamalar yapmış, ünlü ünsüz kişileri meclise sokmuştur. En büyük ihaneti de onlardan görmüştür. Bu da Baykal için ayrı bir eksi puan olmuştur. 1973-1980 yılları arasında CHP’de Ecevitçiler, Baykalcılar, Topuzcular ve sol kanat parlâmenterleri vardı. Ben de sol kanatçılar içindeydim. Sol kanat hareketi SHP’de Erdal İnönü Genel Başkan Baykal Genel Sekreterken de devam etti. Baykal’a sert eleştirilerde bulunduk. Ama o günün siyaset dünyasında uygar ilişkiler ve hoşgörü öne çıkıyordu. 11 yıl sonra 3 Kasım 2002 seçimlerinde tekrar meclise girdiğimde Baykal, CHP Genel Başkanıydı. TBMM Grubunun başkanvekili seçimlerinde tam bir demokrasi vardı. Milletvekilleri hücreye girerek yazdıkları oyları sandığa atıyorlardı. Gizli oy açık sayım yani. Kılıçdaroğlu’nun son döneminde vekillerden bu da esirgendi. Baykal’a rağmen Ali Topuz’la Grup Başkanvekili seçilmiştik. O günden vekilliğimin bittiği 2011 yılına kadar her yıl seçime girmek koşuluyla bu sıfatı taşıdım. Yani sekiz yıldan fazla genel başkan ve grup başkanvekili olarak birlikte çalıştık. Uzun süren liderliğinde yıpranmıştı Baykal. Ayrıca güç zehirlenmesi de kendini gösteriyordu. Ama ilginç biçimde onun son on yılı ideolojik bakımdan en tutarlı olduğu dönemdi. Ergenekon’un avukatı olduğunu çekinmeden söyledi. İddia ediyorum; 1 Mart 2003 tezkeresi Baykal olmasa meclisten geçerdi. Baykal, ABD’nin Irak harekâtı için “Türkiye bu gayrı hukukî ve gayrı ahlâkî savaşın karargâhı ve cephesi olmayacaktır” diyordu. AKP Hükümeti 900 kilometrelik Suriye sınırının 500 kilometrelik bölümündeki şeridi, mayınları bir İsrail şirketine temizletme karşılığı tam 44 yıllığına vermek istiyordu. Türk Ordusu ne güne duruyordu? Bu organik tarım arazisine giren İsrail oradan bir daha çıkar mıydı? CHP öncülüğünde büyük bir mücadele sergiledik. İlk ve son kez CHP/MHP/HDP Milletvekillerinin Anayasa Mahkemesine başvurusuyla çıkan yasayı iptal ettirdik. ABD Başkanı Obama ilk yurtdışı gezisini ülkemize yaptı. TBMM onun ilk konuştuğu yabancı parlâmentoydu. Salona girince tüm partiler ayağa kalktı. Kürsüde Türkiye’nin dış politikasına ve ulusal çıkarlarımıza ters yönde talimat veriyordu. Ayrılırken tüm parti gurupları ayağa kalkarken CHP grubu yerinde oturuyordu! Tüm bunlar Baykal’a çıkartılacak faturaya yazılıyordu. Nitekim sonradan açıklanan vikiliks belgeleri bu savı doğruladı.
***
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi dolmak üzereydi. Bu konuda partimizin tutumu ne olacaktı? Konu CHP Merkez Yönetim Kurulu, Parti Meclisi ve gurup yönetiminde uzun uzun tartışıldı. Parti dışındaki Anayasa hukukçularından da görüş alındı. Görüldü ki Anayasanın 102. Maddesi partilere TBMM üçte iki çoğunlukla açılmadan Cumhurbaşkanı seçme olanağı tanımıyordu: “Cumhurbaşkanı TBMM üye sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir.” Ayrıca biz milli görüşe angaje olmuş bir kişinin Cumhurbaşkanı olmasını istemiyorduk. Doğru Yol veya Anavatan kökenli bir vekilin seçilmesine yeşil ışık yakıyorduk. İlerdeki gelişmeler bugün ne kadar haklı olduğumuzu kanıtlıyor. Başbakan Erdoğan, Kumkapı’daki balıkçılara, Ankara’daki taksicilere görüşlerini soruyor ama CHP’nin semtine uğramıyordu. En son genel başkan, genel sekreter ve gurup başkanvekilleri bir toplantı yaptık. Cumhurbaşkanının niteliklerini sıralayan 101. Madde Cumhurbaşkanına devlet organları arasında uyumu sağlayacak ağır görevler yüklüyordu. Bu da partiler arasından bir mutabakat gerektiriyordu. Meclis üçte iki çoğunlukla yani 367 Milletvekiliyle açılmazsa Cumhurbaşkanı seçilemezdi. Seçilirse Anayasa çiğnenmiş olurdu. Tayyip Erdoğan sonunda adaylarının Abdullah Gül olduğunu açıklamıştı. Tahminimiz doğru çıkmış bir milli görüşçü aday olmuştu! Bu durumda CHP olarak meclise girmemeye karar verdik. Girersek 367 sayısı gerçekleşecekti. Salona tek başıma benim girmem gibi bir çözüm yolu bulundu. Partimin görüşlerini açıklayacak ve salondan çıkacaktım. 27 Nisan 2007 günü tek başıma salona girdim ve toplantıyı göz kararıyla açan meclis başkanı Bülent Arınç’tan söz istedim. Kürsüye çıktığımda görüşlerimi söyledim. “Burada bir partiye yönetici seçmiyoruz” dedim. “Türk Milletine Cumhurbaşkanı, Türk Ordusuna Cumhurbaşkanı seçiyoruz.” Devlet organları arasında uyumu sağlayacak kişinin seçiminde titiz davranılması gerektiğini anlattım. Anayasa emri olan 367 milletvekili olmadan açılacak meclisin seçim yapamayacağını, yaparsa Anayasa Mahkemesine başvuracağımızı ayrıntılarıyla belirttim. “Sizi tarihi sorumluluğunuzla baş başa bırakıyorum” diyerek salondan çıktım. Yukarıda Ankara Milletvekili ve Anayasa Profesörü Oya Araslı, Anayasa Mahkemesine verilecek dilekçeyi yazdırıyordu. AKP Grubu Abdullah Gül’ü yeterli sayıya bakmadan seçmişti. Genel Sekreter Önder Sav ve grup başkanvekilleri son hızla Anayasa mahkemesine gidip seçimin iptalini isteyen dilekçemizi verdik. Oradan acele havaalanına yöneldim. 28 Nisan günü Foça’da Badem adı verilen ve rehabilite edilen fok balığı törenle denize salınacaktı. Gece Foça’ya vardığımda saat 23.17’de Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın televizyonlarda yayınlanan bildirisiyle irkildik. Büyükanıt isim vermeden Abdullah Gül’ü tarif ediyor ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasalarla kendine düşen görev ve yetkilerini kullanmaktan çekinmeyeceğini söylüyordu. Bu açıkça darbe girişimiydi. CHP olarak buna karşı çıkmalıydık. “Biz demokratik kurallar ve Anayasa hükümlerine göre üstümüze düşeni yaptık. Anayasa Mahkemesine dava açtık. Sana ne oluyor? Üstüne vazife mi?” demeliydik. Ankara’daki grup başkanvekilleri Ali Topuz ve Haluk Koç bir türlü Deniz Baykal’a ulaşamamışlar. Ertesi günü AKP’li Cemil Çiçek, Büyükanıt’la konuşmuş ve işin ciddi olmadığını anlamış. Bu kez ucuz kahramanlık görüntüleri ekranlara ve meydanlara yayıldı. AKP darbelere ve en son 28 Nisan e-muhtırasına karşıydı. Milli iradeye tecavüz söz konusuydu. Hemen erken seçim kararı alındı. “CHP Müslüman bir Cumhurbaşkanı seçilmesine karşı!” savı her ağacın gölgesinde ve her taşın üstünde yinelendi. Olan CHP’ye oldu. Ağır bir yenilgiye uğradık. Durumu sonuna kadar gayet iyi götüren Baykal muhtıraya sessiz kalarak parlayan yıldızını karartmıştı! AKP bir koyundan iki post çıkarmayı becermişti. Hem 28 Nisan e-muhtırasına karşı demokrasi kahramanı olmuş hem de emekliliği gelen Büyükanıt’a en yüksek devlet madalyası ile zırhlı araç vermişti. Eğer darbe varsa failinin yargılanması gerekmiyor muydu? Artık ne desek boştu. Hangi amaçla yazıldığı bilinmeyen muhtıraya karşı suskunluğumuz CHP’ye ve demokrasimize pahalıya mal olmuştu. Bir süre sonra Anayasa Mahkemesi yapılan seçimi iptal etmişti. Etmişti de atı alan Üsküdar’ı bir kez daha geçmişti! Buradaki suskunluk bizi Cumhurbaşkanlığı Başkanlık sistemi denilen ucubeye ve tek adam rejimine götürecekti!