Yassıada!

Kemal Anadol

12 Eylül sonrasının iç karartıcı günleri… Cunta önce meclisle senatoyu sonra da siyasi partileri kapatmış. Sıkıyönetim devam ediyor. Birçok politikacı gözetim altına alınıyor bir süre sonra da bırakılıyor. Amaç topluma korku salmak! Cunta kendi seçtiği isimlerden oluşan ve adını Danışma Meclisi koyduğu kurula yeni anayasayı hazırlama görevi vermiş. Evren meydanlarda 12 Mart’ta alabildiğine budanan 1961 Anayasasının bile ülkemize bol geldiğini yineleyip duruyor. Çeşitli partilerin milletvekilleri Anadolu Kulübünde, nikâhlarda, cenazelerde fikir alışverişi yapıyoruz. Süleyman Demirel’in iktidara geldiği 1965 yılından itibaren “Bu anayasa ile memleket idare edilmez” dediğini anımsatarak Adalet Partililerin gelecekteki halk oylamasında “Evet” oyu verebileceklerini söylüyorum. Bu sözlerim Demirel’in kulağına gitmiş herhalde. Gelen çağrı üzerine bir gece eski Başbakanın Güniz Sokaktaki evine gittim. Beni hem uygar hem de sempatik bir tavırla karşıladı. Kahvelerimizi içerken konuşmaya başladı. Evin dinlendiğinin farkındaydı elbet. O nedenle bir yerlere mesaj gönderiyordu sanırım. “Bizim köyde İsmail ağa diye yaşlıca bir adam vardı” dedi. “Kahvede sık sık çok sevdiği saatini çıkarır bakardı. Saatin bir kusuru vardı yalnız. Hep beş dakika ileriyi gösteriyordu! Köyün uçarı delikanlıları İsmail ağaya musallat oldular. (Ağa bize saatini ver tamir ettirip getirelim.) O ‘Ben saatimden memnunum’ diyordu. ‘Böyle idare ediyorum.’ O kadar ısrar ettiler ki, sonunda saati çıkarıp verdi. Aradan birkaç gün geçti. Ses seda yok. İsmail ağa saatini soruyor, gençler bugün yarın diye oyalıyorlar. Sonunda hepten bozulmuş olarak getirdiler. Sadece beş dakika ileri olan saat artık hiç çalışmıyordu. Olan saatsiz kalan İsmail ağaya oldu!” Üzerinden kırk yıl geçen bu olayı niye anımsadım? “Her şeyi düzelteceğiz” iddiasıyla yirmi yılda Cumhuriyetin tüm birikimlerini babalarının malıymış gibi “Baba baba satarım” diyen maliye, “Dış politikada sıfır sorun” diye başlayıp, her yerle kavgalı hale getirdiği diplomasiyi “Değerli yalnızlığa” dönüştüren dışişleri, çalışanların ve emeklilerin ücretlerini açlık sınırının altına indiren hazine bakanlarına bakınca bir “iş tutuş” anlayışına tanık oluyoruz da ondan! “Her sorunu sadece biz biliriz ve sadece biz çözeriz” diyerek ülkeyi bozuk saate dönüştüren bu cahil cesaretine yirmi yıldır bakıp duruyoruz da ondan! Bunun en son örneği Yassıada’nın günümüzdeki manzarasıdır. 27 Mayıs’tan sonra Demokrat Parti iktidarının bakanları ve milletvekillerinin yargılandığı olağanüstü Yassıada mahkemeleri tam bir hukuk faciasıydı. Yassıada mahkemeleri ve üç idamla sonuçlanan infazla 27 Mayıs hareketi, ülkeye armağan ettiği 1961 Anayasasına gölge düşürmüş daha da ötesi bu mükemmel eseri lekelemiştir. AKP öteden beri Demokrat Parti’den rol çalıyordu. Reklam panolarında Menderes/Özal/Erdoğan resimleri göz alıcı biçimde sergileniyor ve bu üç isim “Demokrasi kahramanları” olarak tanıtılıyordu. Nedense o üç kişi içinde Süleyman Demirel yoktu! AKP’nin Demokrat Parti’nin devamı olduğu savı ise bir şehir efsanesinden başka bir şey değildi! Millî görüş geleneğinden gelen AKP olsa olsa Başbakan Menderes’in örtülü ödeneğinden dergisine para alan Necip Fazıl ve anlayışının devamı olabilirdi. Oysa Demokrat Parti’nin kurucusu ve üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar “Atatürk’ü sevmek milli bir ibadettir” diyordu. Sultan Abdülhamit dönemine karşı “Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet” diyen Jön Türk geleneğinden geliyordu. Bayar Kuvayı Milliyeci Galip Hocaydı ve Kurtuluş Savaşına karşı çıkan, Yunan Ordusunu padişahın ordusu olarak tanıtan İskilipli Atıf Hocalarla mücadele ediyordu.

Turgut Özal için aynı şey söylenemez. 1980 öncesinde Milli Selamet Partisi’nin İzmir adayı idi. Kenan Evren darbe yapıp iktidara el koyunca onunla birlikte listede yer alanları tutuklamış ama Özal’ı ekonominin başına getirerek Başbakan Yardımcısı yapmıştı. Özal, Şili diktatörü Pinoşe’den, ABD Başkanı Reagan’a oradan da İngiltere Başbakanı Margeret Thatcer’e uzanan dünyanın baş belası neoliberalizmin ülkemizdeki temsilcisi olacaktı. Bunlar önemli değildi. Önemli olan algı yaratmaktı. İki milyar altı yüz milyon lira civarından para harcanarak yeni bir Yassıada inşa edildi. Adı artık Demokrasi ve Özgürlük Adasıydı. Tarih, hukuk ve siyaset anlayışı yerine nedense turizm öne çıkarıldı. Katre İsland adlı beş yıldızlı otel yapıldı. En ucuz oda iki bin dört yüz liraydı. Kral dairesi ise dudak uçuklatıyordu; gecesi yüz yirmi bin liraydı. Ayrıca müze, kongre merkezi ve cami yapılmıştı. Küçücük ada beton yığınına dönmüştü. Ada 27 Mayıs 2020 günü Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıldı. Ancak törende Yassıada duruşmalarının ünlü avukatı ve eski TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk yoktu. Babası Demokrat Parti Milletvekili olarak Yassıada’da hapis yatan eski Sağlık Bakanı ve Doğru Parti Genel Başkanı Kemal Serdaroğlu yoktu. Ama 27 Mayıs günü ihtilâli “Dikkat…Dikkat…” anonsuyla Türkiye’ye ve dünyaya duyuran Milli Birlik Komitesi Üyesi Alparsan Türkeş’in kurucusu olduğu MHP’nin günümüzdeki Genel Başkanı Devlet Bahçeli vardı! Turizm Bakanlığının verdiği bilgiye göre, bugüne kadar adayı otuz yedi bin otuz yedi kişi ziyaret etmiş. Bu hesaba göre günlük ortalama kırk kişiden ibaretmiş. Kadıköy’den yüz Bostancı’dan seksen liraya yapılan gemi seferleri Ocak ayı itibariyle kaldırılmış. Adaya gezileri daha çok TÜGVA ve AKP’li belediyeler düzenliyormuş. İçki ruhsatı olmayan otel artık çalışmıyormuş. Özetle Yassıada artık eskisi gibi yalnız ada olmuş! Olan bitene bakıyorum da… Demirel’in saat örneğine ne kadar benziyor!