Başlangıç olarak birinci meşrutiyetin ilân edildiği 1876 tarihini alırsak bu yıl itibariyle 146 senelik parlamento deneyimimiz var. İnişli çıkışlı da olsa bu birikim bize demokratik, lâik bir hukuk devletinin ne denli değerli ve gerekli olduğunu öğretti. 146 yıllık geçmişten ders çıkarmak için tarihçilerin ve özellikle politikacıların bu süredeki gelişmeleri mercek altına almaları gerekiyor. Elbette bilimsel ve önyargılardan uzak bir yöntemle… Bu döneme dikkatli baktığımızda gerçek, muktedirlerin hukuku çocukların çamurla oynadığı gibi yoğurmaları ve muhalefette iken savundukları hak, hukuk, adaleti iktidara gelince çiğneyip geçmeleridir. Maalesef 146 yıllık bu süre, mazlumların ellerine fırsat geçince ne kadar insafsız, gaddar, tek sözcükle ne kadar zalim olduklarını sergileyen örneklerle doludur. İktidarların elinde hukuk muhalifleri susturmak için silahtan ibarettir. İktidarı yitiren zalimlerin muhalefete düşünce nasıl evrensel hukuka sarıldıkları ve adalet istedikleri de ayrı bir kara mizah konusudur. Merhum Bölükbaşı’nın kürsülerde söylediği gibi “Tarih, ben Nuh’um diyenlerin, kendi yarattıkları tufanlarda boğulduklarını gösteren misallerle doludur!” İktidarların varlıklarını sürdürmek için başvurdukları en geçerli yöntem siyasi davalardır. Davalar, haklıyı saptamak, suçluyu bulmak için değil, rakipleri cezalandırmak ve siyasetten silmek için açılan dosyalardan başka bir anlam taşımazlar. Siyasi davada yargılananların önemli bir bölümü bu gerçeğin ayırdında değildir. Onlar buralarda adaletin ortaya çıkacağı saflığı içindedirler. Savunmalarını da ona göre yaparlar. Kendilerini yargılayanların cüppe giymiş cellat olduklarının ayırdında değillerdir. Diğerleri ise davanın siyasi olduğunu bilir ve ona göre davranırlar. Argo deyimle kuyruğu dik turalar. Ne gariptir ki yine argo ifadeyle ikinciler davadan yırtarlar; birinciler ise okkanın altına girerler. Ezildikleri ve yitirdikleri onurları da cabası! Okurlarımdan defalarca özür dilerim. Birinci tekil şahıs diliyle konuşanlardan nefret ederim. Ben merkezci ifadeler uygarlıktan uzaktır ve psikolojik rahatsızlıklardan kaynaklanır. Ancak kendimle ilgili ve bizzat yaşadığım olayları daha doğrusu anılarımı anlatırken zorunlu olarak “ben” sözcüğünü kullanacağım. Ülkemize evrensel anlamda değer taşıyan 1961 Anayasası’nı getiren 27 Mayıs devrimine kapkara bir leke gibi yapışan Yassıada davaları tam bir felâketti. O günlerde toplumun izleyebileceği iki olanak vardı; gazeteler ve devlet radyosu. Yassıada davaları radyodan naklen veriyordu. Bir üniversite öğrencisi olarak yayınları dikkatle izliyordum. Başbakan Adnan Menderes halkın önemli bir bölümünce sevilen karizmatik bir liderdi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ise hem yaşlıydı hem de soğuk ifadesiyle insanların sempatisinden uzaktı. Taraftarları Menderes’ten mahkeme heyetine kafa tutmasını bekliyor daha doğrusu istiyordu. Ama düşünülen gibi olmadı. Eski Başbakan belki kurtulurum umuduyla heyete teslim olmuştu. Her cümlesinde mahkeme başkanına “Arz edeyim reis beyefendi hazretleri” diyerek başlıyordu. Menderes’i sevenler büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardı. Ona karşı duyulan büyük sevgi artık acımaya dönüşmüştü! Bayar ise tam tersi bir davranış sergiliyordu. Hâkime kafa tutuyor, onu azarlamaktan çekinmiyordu. Artık Menderes’e duyulan sevgi Bayar’a yönelmişti. Bu görüntüler belleğimde bugün dahil hiç çıkmadı. Hukuk Fakültesini bitirdim. Öğrenciyken başladığım siyasi yaşamı sürdürdüm. 1973 ve 77 seçimlerinde milletvekili oldum. 1980 faşist darbesiyle parlamento kapatıldı. Barış Derneği yöneticilerinden biri olarak arkadaşlarla birlikte tutuklandım. Kartal Maltepe’deki Zırhlı Tugay zindanlarına tıkıldık. Daha sıkıyönetim mahkemesine çıkmadan cuntanın başı Evren her konuşmasında bizleri suçluyordu! Doğal olarak isyan duyguları içindeydik. Kenan Evren bizleri kale direğine bağlamış penaltı çekiyordu! Duruşmalar başlayıncaya kadar her gün kendimi rehabilite ediyordum: “Kemal Anadol…Menderes olma Bayar ol!” Çünkü bu bir siyasi davaydı ve mahkeme cuntanın aparatıydı (Cihaz, alet). Mahkemeden aklanarak çıktık. Diğer arkadaşlar da üç yıl kadar cezaevinde kalarak cuntaya diyet ödediler ve sonunda yargıtay kararıyla aklandılar. Yaşamlarında üç yıl çalındı ama onurlarından ödün vermediler. 12 Eylül karşısında direnen ve teslim olmayan aydınların simgesi oldular. *** Cunta partileri kapattı. Ecevit, Demirel, Erbakan, Türkeş’le parti yöneticilerine 10 yıl, tüm parlamento üyelerine de 5 yıl siyaset yasağı getirdi. Milletvekili arkadaşlarım gibi ben de beş yıllık siyaset yasağı kapsamındaydım. Elindeki silahtan güç alan Evren’in keyfi yerindeydi! Bakın 3 Nisan 1982 günü yasaklı siyasi parti genel başkanları için neler söylüyordu: “… Zannediyorlar ki yeni partilerin kurulmasına müsaade edildikten sonra isim değiştirilmiş olarak yeni partilerin başına geçecekler, bu lider kadrolar kendilerine körü körüne bağlı kişileri alıp başa geçirecekler, ipler kendi ellerinde olarak bu partileri yönetecekler. Ondan sonra bir müddet sonra da bunlar idareyi ele alacaklar. Bu çok tatlı bir hayal. Biliyorsunuz hayalle yaşamak çok tatlı bir şey.”
Tam isabet değil mi? Başının göğe değdiğini sanan muktedirlerin ne kadar sığ ve öngörüden yoksun olduklarını gösteren somut bir örnek. Yasaklı olarak 1983’te yapılan seçimlere katılamadık. Bizi bırakın yeni kurulan SODEP ve Doğru Yol partilerini seçime sokmadılar. Turgut Özal’ın ANAVATAN partisi iktidar oldu. Özal siyasal yasakların devamını istiyordu. Halkın kendisini dinleyeceğini sanarak bu konuda referanduma başvurdu. Özal Evet oyları için en antipatik rengi, kahverengiyi uygun görmüştü. 6 Eylül 1987’de yapılan halk oylamasında %50,16 Evet, %49,84 oy Hayır çıktı. 75 bin farkla da olsa yasaklar kalkmıştı. Eski liderler yeni partilerinin başına geçtiler. Sayımız az olmakla birlikte eski milletvekilleri meclise girmeyi başarmıştık. Cezaevinde kararlaştırdığım, darbeci Evren hakkında TBMM kürsüsünden suç duyurusunda bulunma hayalim gerçek olmuştu. Bugün ülkemiz gündeminde siyasi tarihe “Ahmak Davası” olarak geçecek dosyanın siyasi sonuçları yani yasaklar tartışılıyor. Ülkemiz siyaseti ve hukuku için çok üzücü ve umut kırıcı bir durum. O günün Milli Güvenlik Kurulu kararında imzaları bulunanlar dışardayken, hiçbir katkısı olmayan yaşı sekseni aşmış ve kronik hastalıklarla uğraşan 28 Şubat hükümlülerinin durumuna değinen bile yok! Atatürk’ün Türkiye’ye armağanı Montrö antlaşmasını savunan yurtsever Amiraller ise sanık sandalyesinde. Demokrasi ve hukuk devleti olma yönünde daha çok ekmek yiyeceğe benziyoruz… Demek köprülerin altından çok sular akacak!