Bugün 10 Aralık 2021. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin tüm dünyaya duyurulmasının 73. Yıldönümü. İnsanlık bu noktaya kolay gelmemiştir. M.S. 1215 yılında İngiltere Kralı Yurtsuz John imzaladığı belge ile hukukun üstünlüğünü kabul etmiştir. İnsan haklarının tanındığı bu ilk belgenin adı Magna Carta Libertatium’dur.
Tarihe geçen ikinci önemli belge, 2 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesidir: “Bütün insanların eşit yaratıldıklarına, yaratıcı tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz.”
Üçüncü belge ise, 26 Ağustos 1789 tarihli ve ünlü Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir. Simgesi de Liberté, égalité, fraternité yani özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sözcükleridir. Tüm dünyaya yayılan bu slogan (belgi), 119 yıl sonra Osmanlı’da gerçekleşen 1908 devriminde yinelenmişti. Hürriyet, Adalet, Müsavat (Eşitlik), Uhuvvet (Kardeşlik)…
Milyonlarca insanın ölümüne ve çok büyük acılara tanık olunan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gündeme gelmişti. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Paris’te 10 Aralık 1948 günü yapılan toplantıda alınan 217 sayılı kararı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olarak tüm dünyaya duyurdu. Türkiye Cumhuriyeti de 4 Kasım 1950 günü bu belgeye imza koydu. Bu nedenle 10 Aralık tarihi çağdaş dünyada ve ülkemizde İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.
*
Bu kısa tarihçeden sonra İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine bir göz atmakta yarar var. 30 maddeyi içeren belgenin insanların yaşam hakkı ile ilgili bölümlerine değinmek istiyorum. 3. Maddede “Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenlik hakkı vardır” deniliyor. 25/1. Madde ise daha ayrıntılı: “Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlığı ve iyi yaşaması için yeterli yaşama standartlarına hakkı vardır; bu hak, beslenme, giyim, konut, tıbbi bakım ile gerekli toplumsal hizmetleri ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ya da kendi denetiminin dışındaki koşullardan kaynaklanan başta geçimini sağlayamama durumlarında güvenlik hakkını da kapsar.”
İnsanlık yüzyıllar boyu çekilen çileler, dökülen kanlarla dolu tarihinde aşama aşama doğruya, iyiye ve güzele yönelmiştir. Engelleri birer birer aşmış, insanca yaşam hakkını somut biçimde belirleyen bu belgeyi sızma zeytinyağı örneği damla damla oluşturmuştur.
*
Pekiyi bu bildirgenin dünyada uygulanma şansı ne kadar olmuştur? Geri kalmış daha doğrusu geri bıraktırılmış ülkelerde insanların çektiği sefalet son bulmak bir yana daha da çok yoğunlaşmıştır. Ucuz ham madde, insan gücü, enerji kaynaklarına göz koyan emperyalizm Afrika, Asya, Güney Amerika ve Pasifik Okyanusundaki insanlara kan kusturmuştur. Bırakalım hastane, doktor, tedavi ve ilaç olanaklarını, insanlar onurlarına yakışmayan açlık ve sefaletle baş başa bırakılmışlardır.
Ya gelişmiş ülkeler? Sanayi toplumundan bilgi ve iletişim çağına sıçrayan ve kendilerini uygarlığın simgesi olarak görenler? Kapitalist sistemin vazgeçilmez unsuru para olunca uygulama da ona göre biçimlenmiştir. Konut para, beslenme para, okul para, hastane para… Hatta öldükten sonra gömülecek mezar yeri bile para! 10 Aralık tarihi sadece yıldan yıla anımsanacak ve kutlanacak bir gündür sadece. Bu yazdıklarımın abartı olmadığı 2019 yılında dünyanın başına belâ olan Corona-19 salgınında kanıtlandı. Dünya jandarması ABD’de sağlık sistemi çöktü. Neden? Sağlıkta kamu değil özel sektör yani para ve kâr esas olduğu için! Aynı dramatik görüntülere İtalya, İngiltere ve birçok AB ülkesinde tanık olduk.
*
Gelelim ülkemize… Çökmüş ve bitmiş bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti ekonomi, eğitim ve sağlık yönünden tam bir enkaz görüntüsündeydi! 13 milyon nüfusun elitleri Balkan, Orta Doğu, Galiçya ve özellikle Çanakkale savaşlarında can vermişti. Okuma yazma bilen erkek nüfusu sadece yüzde yediydi! Kadınların oranı ise taş çatlasa yüzde biri geçemiyordu! %80’i köylerde yaşayan nüfus hastalıkların pençesinde kırılıyordu. Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyeti kuran kadrolar insanları kulluktan yurttaşlığa dönüştürmek ve ulus devleti oluşturma çabası içindeydiler. Bunu gerçekleştirmek için sağlıklı bir nüfusa gereksinim vardı. Hızla sağlık sorunlarına el atıldı. Tıp eğitimine önem verildi. Sayıları çoğalan Cumhuriyet doktorları Anadolu’ya yayıldılar. Verem, Sıtma ve Frengi Savaş dernekleri kuruldu. Cüzzamla savaşıma önem verildi. Her ilçeye bir Devlet Hastanesi kuruldu. Dr. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü aşı üretmeye ve dış ülkelere satmaya başladı. Yurttaşlar, devletin dış kaynaklara başvurmadan genel bütçeden oluşturduğu sağlık kurumlarından parasız yararlanıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı başladığında Türkiye Cumhuriyeti ekonomi, sağlık ve eğitimde büyük sıçramalar yapan 17 milyonluk bir ülke büyüklüğüne ulaşmıştı. Tüm bunları çok kısıtlı bir bütçeyle gerçekleştiren Cumhuriyet hükümetleri bırakın dışardan borç veya yardım almayı, batan Osmanlı’nın bıraktığı Düyun-u Umumiye borçlarını ödüyordu!
*
1950’lerde artık kamucu anlayış ve uygulamalarının pabucu dama atılmıştı. Türkiye NATO’ya girmiş bir anlamda ABD’nin uydusu olmuştu. Cebinden Mustafa Kemal’in resimleri çıkan Cezayir bağımsızlık savaşı şehitlerine karşın Türkiye Birleşmiş Milletlerdeki oylamalarda Fransa yanında oy kullanıyordu.
27 Mayıs 1960 Devriminden sonra yürürlüğe giren 1961 Anayasası çağdaş dünyaya örnek olacak bir metindi ve sosyal devlet anlayışının somut biçimiydi. Devlet Planlama Teşkilatı da bu Anayasanın eseriydi. Ama sağ iktidarlar “Bu Anayasayla memleket idare edilmez”, “Plan değil pilâv istiyoruz” diyerek uygulanmasını olanaksız hale getirdiler.
24 Ocak 1980 kararları ülkemizin neo liberalizm istasyonuna yol aldığını müjdeliyordu. 12 Eylül 1980 faşist darbesi de bu kararları gerçekleştirmek için yapılmıştı. Şili ve Türkiye, aralarındaki binlerce kilometre mesafeye karşın şaşılacak kadar birbirine benziyorlardı. 11 Eylül 1973 günü darbe yapan Pinochet, ekonomiyi nasıl Milton Fredman’a ve takipçisi Şikago çocuklarına teslim ettiyse, Kenan Evren de 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türk ekonomisini Turgut Özal’ın ellerine bırakmıştı. Artık ne kadar kamu kuruluşu varsa haraç mezat satılacaktı. Üniversiteler, hastaneler, fabrikalar hepsi ama hepsi özelleşecekti. Özal’ı izleyen iktidarlar da onun sadık takipçisi oldular. Artık öğrenci ve hasta kavramı yoktu. Onların hepsi müşteriydi!
*
2002’de iktidara gelen AKP de aynı yolun yolcusuydu. Yalnız ideolojik olarak Müslüman Kardeşler ideolojisi ile Ilımlı İslâm ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bu tasarıma ilâve edilmişti. 20 yıllık iktidar uygulaması dünyada modası geçen neo liberalizmin AKP için daha da geçerli ve gerekli olduğunu kanıtlıyor. Yerli ve milli sosuna bulanan ekonomi politikası, ülkenin ne kadar yerli ve milli kurumu varsa hepsinin satılmasıyla sonuçlandı. Bunun en canlı ve somut örneği sağlık sektörünün geldiği yerdir. Cumhuriyet hükümetlerinin bin bir güçlükle kurduğu hastaneler kapanırken, yurttaşların yaşam hakkı şehir hastanelerine bırakılıyor. Adına “Kamu-özel İşbirliği” denilen ucube sistemle belirli müteahhitlere ayrıcalıklar sağlanıyor. Anlaşmazlık durumunda yetkili yargı da ulusal yargımız değil Londra mahkemeleri. Bunun adı Osmanlı döneminde kapitülasyondu biliyor musunuz?
Şimdi CHP Balıkesir Milletvekili Dr. Fikret Şahin’in hesabına bir göz atalım:
2022 yılı bütçesinde 17506 yataklı 13 şehir hastanesi için ödenecek kira ve hizmet bedeli tamı tamına 21 milyar 565 milyon TL.
2021 programında belirtilen 400 yataklı Balıkesir Devlet Hastanesi’nin 278 milyon liralık yatırımı üzerinden yatak başına maliyet 695 bin olarak ortaya çıkıyor. 13 Şehir Hastanesine ayrılan bu para ile devlet hastanesi yapılsa, 31.028 yataklı tam 62 devlet hastanesi kazanmış oluyoruz. Hem de önümüzdeki yıllarda dövize bağlı taksitler ödemeden ve anlaşmazlık halinde devletimizi Londra yargısı önünde borçlu durumuna düşürmeden.
*
Cumhuriyet tarihimizde insan sağlığının bu kadar pahalı olduğu bir dönem yaşanmamıştır!
Altında devletimizin imzası bulunan 10 Aralık 1948 tarihli bildirge incelendiğinde insan sağlığının para ve kâr hırsına teslim edilmesi olası değil. Ne evrensel hukuk ne akıl ne de vicdan buna izin vermiyor!
Yurttaşlarını canını vermesi için savaşa gönderen devlet, barışta onun yaşaması için tüm önlemleri almak zorundadır. Savaşta kanını verenden, barışta kan tetkikinden nasıl para alırsınız?
Teröre karşı ayağını, kolunu veya bir başka organını veren yurttaşınızın protezlerini devletin Sosyal Güvenlik Kurumu nasıl pazarlık konusu yapabilir?
Bir ay Bağkur primini ödeyemeyen yurttaşa hastane kapılarını kapamak hangi vicdan ölçüsüne sığar? SMS hastası çocuklarımızın yurt dışında tedavisi için valilerinin izniyle kampanya açılması devlet için yüz kızartıcı bir olay değil midir? Birtakım müteahhitlere vergi indirimi gibi çeşitli ayrıcalıklar tanıyan devletin bu çocukları yaşatmak için hiç mi gücü ve olanağı yoktur?
Özetle, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının yaşam hakkını özel sektörün kâr hırsına bırakamaz.
Tek adam rejiminden parlamenter sisteme geçmek için uğraş veren muhalefet partileri bu sorulara yanıt vermek ve çözüm getirmek zorundadırlar.
Özellikle CHP, halkımıza, iktidara geldiğinde sağlık hizmetlerinin parasız olacağı sözünü bir an önce vermelidir. 10 Aralık bunun için en uygun ve anlamlı bir gündür!