3 Kasım 2002 seçimleri akşamıydı. İlginç bir rastlantı 3 Kasım tarihi benim de yaş günümdü. Resmi olmayan seçim sonuçları tamamlanmak üzereydi. Önce merakla beklediğimiz İzmir’in durumunu öğrenmiştik. İçinde bulunduğum CHP ikinci ve birinci bölge listeleri %29.06 oyla ilk sıraya yerleşmişti. Seçimlere yeni giren Genç Parti ise sürpriz yaparak %17.51 oyla ikinci olmuştu. AKP ise %17.17 oyla üçüncü partiydi. %9.33 oy alan DYP’ni %7.80’le MHP izliyordu.
Türkiye sonuçları da sürprizler sergiliyordu. 12 Eylül’ün ucube %10’luk baraj sistemi tam anlamıyla sandıktan tavşan çıkarıyordu. %34.28 oy alan AKP mecliste 363 sandalye kazanıyordu. Onu %19.38 oyla izleyen CHP ise 178 milletvekili elde etmişti. Tansu Çiller’in liderliğindeki DYP dramatik biçimde %9.54 oyla kıl payı baraj altında kalmıştı. MHP ise aldığı %8.36 oyla parlamento dışındaydı. Tamı tamına oyların %46.33’ü TBMM’de temsil edilemiyordu; çöpe atılmıştı. Buna da millî irade deniyordu!
Basmane/Çankaya’da bir iş hanından yayın yapan EGE TV stüdyosuna meclise girecek milletvekillerini davet etmişti. Baraj altında kalan partilerin de temsilcileri programdaydı. İzmir’de üçüncü olmasına karşın iktidar bekleyen AKP’nin çiçeği burnunda milletvekillerinin yüzlerindeki heyecan ve mutluluk söylemlerine de yansıyordu. Bunlardan biri yüksek sesle kıvancını vurguluyordu. “Bu bir devrimdir!” Ne demem gerekiyordu? Önce düşünmüş sonra yanıtımı tane tane vermiştim. “Evet doğru. Ama noksan. Bu bir karşı devrimdir!”
Bunları niye yazıyorum? 3 Kasım 2002’den bu yana geçen tamı tamına 20 yıldır iktidarda olan AKP zikzaklı bir politik çizgi izlemiş ama hiçbir zaman amacı ve ideolojisini değiştirmemiştir. İlk yıllarda “Biz milli görüş gömleğini çıkardık” söylemine TBMM kürsüsünden yanıt vermiştim. “Gömlek değiştirmek kolay ama deri değiştirmek imkânsız!” Son günlerde AKP Genel başkanı çeşitli toplantılarda yeni kimliklerini vurguluyor. “Biz muhafazakâr devrimciyiz!” Söylem yine noksan. Devrimci ama karşı devrimciler!
Bunun en iyi örneğini veren AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal katıldığı Uluslararası Kitap ve Kültür Fuarında aynen şunları söylemiş: “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız devrimi her şeyi yıkmıştır ama dile dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden Mao’nun Çin’de yaptığı kültürel devrimdir ve o da dile dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, basılı bütün düşünce setlerimizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçe ile bir düşünce üretemeyiz. Sadece konuşma ihtiyacımızı karşılayabiliriz.”
Bu sözler Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan ve yürürlükteki Anayasamızda güvence altına alınan devrimlere karşı çıkmak değil midir? Bu sözler tam anlamıyla bir karşı devrim söylemidir. Gelelim bunların yanlışlığına…
İlk Türkçe sözlük Divanu Lûgat’tit-Türk Kâşgarlı Mahmut tarafından 1072-1074 yılları arasında yazılmıştır. Türkçenin bilinen en eski sözlüğüdür. Batı Asya yazı Türkçesiyle en kapsamlı dil yapıtıdır. Araplara Türkçe öğretmek, Türkçenin yaygınlığını göstermek amacıyla yazılmıştır.
Gelelim alfabeye… Göktürk alfabesi, Türkçenin metinlerle izleyebildiğimiz tarih boyunca kullandığı ilk düzenli ve resmi yazı sistemidir. Göktürklere ait Orhon yazıtlarında kullanıldığı için bu adla anılan alfabedir. Çeşitli alfabeler kullanan Türkler 10. Yüzyıldan sonra Arap alfabesini uygulamaya başlamışlardır. 1 Kasım 1928’deki harf devriminden itibaren bugün kullandığımız Lâtin alfabesine geçilmiştir. Harf devriminden önce Osmanlı’da okur yazarlık oranı yüzde üçün altındaydı. Bu oran devrimden sonra hızla artmıştır. 1950’lerde yüzde otuzları geçmiştir; günümüzde yüzde doksanı bulmuştur. Özetle değiştirilen lügat ve alfabe bizim değildir. Arap alfabesidir.
Dilimiz elbette çok önemli. Büyük saygı ve sevgi ile andığımız Karamanoğlu Mehmet Bey, 13 Mayıs 1277’de yani tam 745 yıl önce, o dönemde edebiyat dili olarak Farsça, ilim dili olarak Arapçayı kullanan Selçuklulara karşı bir ferman yayınlamıştı: “Bugünden sonra divanda, dergâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır. Defterler dahi Türkçe yazılacaktır.” Yıllar sonra 2 Eylül 1930 günü Atatürk dil devriminin gerekçesini özetlemişti:
“Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Anlaşılıyor ki, Sayın Ünal lügatimiz, alfabemiz derken Arapçayı kastetmektedir. Dil derken de Osmanlıca denilen yapay dili. Osmanlıca saray dilidir. Halkın konuştuğu dille ilgisi yoktur. Farsça / Arapça / Türkçe karışımı, yazılması ve okunması son derece zor bir dildir. Saraylarda modadır bu. Kendi dillerini hor görür yöneticiler. Çarlık Rusya döneminde Petersburg sarayında Fransızca konuşuluyordu.
Fazla uzatmadan iki örnek vereyim. Osmanlı İmparatorluğunda 1526-1600 yılları arasında yaşamış, kendisine “Sultanüş şuâra” yani şairler sultanı denilen ünlü divan şairi Baki’den bir gazel:
Nedür bu handeler bu işveler bu nâz u istiğna
Nedür bu cilveler bu şiveler bu kâmet-i bâlâ
Nedür bu ârız hatt u nedür bu çeşm ü ebrular
Nedür bu hâl-i hindular nedür bu habbe-i sevda
(Güzellerin gönül aldatan gönül çeken naz ve edası / Bu gülüşler bu eda, bu haz ve umursamazlık nedir / Bu cilveler bu tavırlar, bu uzun boy nedir)
Bir de Baki’den hem de üç yüzyıl önce yaşayan Yunus Emre’den bir dörtlük:
Bir bahçeye giremezsen
Durup seyran eyleme
Bir gönül yapamazsan
Yıkıp viran eyleme
Şimdi soruyorum. Baki’nin Osmanlıcası mı? Yunus’un Türkçesi mi? Sık sık harf devrine karşı çıkan muhafazakârların “Mezar taşlarını bile okuyamıyoruz” dedikleri yapay dil Osmanlıca, harfler de Arap harfleridir! Galiba aramızdaki fark şuradan geliyor. Ben millet derken Türk milletini, dil derken Türkçeyi algılıyorum. Muhafazakâr devrimciler ise millet derken ümmeti, dil derken de Arapça-Farça karışımı Osmanlıcayı kastediyorlar!
Dil devrimi sözcüğün tam anlamıyla yerli ve millidir. Mahir Ünal’dan bir ricam olacak. Bundan sonra demeçlerinde Genelkurmay başkanlığı, aritmetik-geometri, üçgen, odun, parti, denizaltı sözcüklerini kullanmasın. Yerine Erkânı harbiye-i umumiye reisliği, hesap-hendese, müselles, haşep, fırka, tahtelbahir kelimelerini telaffuz etsin.
Cumhuriyetin yetiştirdiği kuşaklar devrimle karşıdevrimi birbirine karıştıracak kadar cahil değildir!