Konuya kestirmeden girelim. Bir ülkede demokratik rejimin yaşama geçmesinin birkaç koşulu vardır. Bu koşullar demokrasinin olmazsa olmazıdırlar. Ünlü Fransız hukukçu, düşünür ve politikacı Monteskio (Montesquieu) üzerinde yirmi yıl çalıştığı ve 1748’de kaleme aldığı Kanunların Ruhu (De l’esprit des lois) eserinde bunları sıralamıştır. Ana ilke yasama, yürütme ve yargı organlarının bağımsızlığıdır. Günümüzde buna “Güçler Ayrılığı” deniliyor. Tarihin bize öğrettiği bir gerçek de adına demokrasi denilen rejimin mutlak ama mutlak anlamda “Lâik” olmasıdır. Sanayi çağının ortaya çıkardığı sınıfsal ve toplumsal olgu ise kesinlikle parlamentolara yansımalıdır. Sağ ve sol partiler 1789 Büyük Fransız Devriminden sonra ortaya çıkmışlardır. “Sağ ve sol bitti” safsatasını dile getirenler bu gerçeğin ayırdında olmayanlardır.
***
İkinci Dünya Savaşının yarattığı konjonktür Türkiye’nin bir an önce demokratik rejime geçmesini gerektiriyordu. O günlerde sıfatı “Millî Şef” olan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu görevi üstlenmişti. Garp cephesi kumandanı ve Lozan kahramanı İsmet Paşa tutkulu biçimde ve bir an önce çok partili yaşama ulaşmak istiyordu. Paşanın o gün bu görevi verdiği danışmanları Prof. Nihat Erim’le Faik Ahmet Barutçu idiler. Bu iki isim Demokrat Parti’den Adnan Menderes’le anlaşarak ortak bir Seçim Kanunu hazırladılar. İlçe, İl ve Yüksek Seçim Kurulları o zaman kurulmuşlardı. Bugün Yüksek Seçim Kurulu logosundaki 1950 tarihi bunun göstergesidir. Ortaya sandık konacaktı ama olay bundan ibaret miydi? Bir ihtilal kuruluşu olan Gazi Meclisimiz o günlerin gereği “Güçler Birliği” esasına göre oluşmuştu. 1921 ve daha sonraki 1924 Anayasaları buna göre yazılmışlardı. Şimdi biz güçler birliği ilkelerine dayanan hukuksal bir alt yapı üzerine güçler ayrılığı esasına dayanan demokrasi binasını inşa edecektik! Bu olanaksız ve çarpık durumun kimse farkında değildi. Altı Ok logosunu çizen, Köy Enstitülerinin mimarı İsmail Hakkı Tonguç olan biteni daha doğrusu olacakları görüyordu: "Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı. Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi; köklü değişiklikler ister. Bu demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin, toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk bir sandığa elindeki kâğıdı atar, böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz demokrasinin kolayını seçtik, çok şey göreceğiz daha.” O günün hayhuyu ve aceleciliği ile kimse Tonguç ustanın dediğine bakmadı. Onun sesindeki gerçekliği kısa sürede anlayacaktık. Kuşku yaratmayacak biçimde 14 Mayıs 1950 seçimleri yapıldı. İktidara Demokrat Parti geldi. Hem de bugün CHP kongrelerinde yaşanan çarşaf liste/ blok liste tartışmalarına benzeyen seçim kanunuyla. Çoğunluk sistemine göre bir ilde, bir fazla oy alan parti bütün milletvekillerinin sahibi oluyordu! Partilerin aldıkları oyla çıkardıkları vekil sayısı o dönemin panayırlarındaki kahkaha aynalarına benziyordu. Demokrasimizin çocukluk hastalıkları çabuk çıkmıştı ortaya. Ama bu hastalıkları geçirecek aşılar, ilaçlar yoktu. 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen devrim sonucu Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları tarihimizin yüz karasıdır. Ama bu durum Başbakan Adnan Menderes ve Demokrat Parti iktidarını aklamaz. Bugün genç kuşaklara onları demokrasi kahramanı olarak tanıtanlar kendi yazdıkları tarihe kendileri inananlardır. Demokrat Parti hiçbir zaman sütten çıkmış ak kaşık olmadı, olamadı. Seçimle gelen seçimle gider ilkesine inanmadı ve ihtilale giden yolun taşlarını döşedi.
***
27 Mayıs’ın ülkemize ve hukuk dünyasına en büyük armağanı 1961 Anayasasıdır. Anayasa Mahkemesi, Senato, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği, sendikal hak ve özgürlükler ve tam anlamıyla güçler ayrılığı bu Anayasa ile yaşama geçmiştir. Demokrasinin çocukluk hastalıklarının tedavisi başlıyordu. Ama 1947’de ABD’ye elimizi vermiş kolumuzu kaptırmıştık. Sovyetlerle uzun bir sınıra sahiptik ve NATO’nun ileri karakoluyduk. ABD kendi modeli dışında bir demokrasiye izin vermiyordu. Onun için 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1970 faşist darbeleri gerçekleşti. Hak ve özgürlükler budandı, halkımıza çok görüldü! Tedavi yarım kalmıştı! Sırtımıza deli gömleği gibi geçirilen 12 Eylül Anayasası halkın politika dışında tutulmasını istiyordu. Seçmen dört yılda bir sandığa gitmeli ondan sonra hiçbir şeye karışmamalıydı. Örgütlenme en büyük suçtu. Monteskiyo’nun 275 yaşına basan güçler ayrılığı ilkesi gerilerde kalmıştı. 16 Nisan 2017 referandumu ile Cumhurbaşkanlığı Başkanlık Sistemi denilen ve dünyada pek örneği olmayan rejime geçince demokrasiye nokta konuldu. Yargı iktidarın sopası oldu, meclis yürütmenin uzaktan kumandasına girdi. Türk seçmeni resmen vesayet altındaydı. İktidar ve muhalefet parti liderleri kaymakam veya vali kararnameleri gibi hazırladıkları milletvekili listelerini oluşturuyorlar. Halka “Sen seçme yeteneğine sahip değilsin. Adayları biz belirleriz. Sen de sandığa atarsın” diyorlar. Tonguç usta ne kadar haklıymış değil mi? Bugün üniversitelerin başına eski AKP vekilleri rektör sıfatıyla atanıyor. Devletin ne kadar genel müdürlüğü varsa hepsi seçimlerde iktidara çalışıyor. Valiler gezilerine AKP İlçe Başkanlarıyla birlikte çıkıyorlar. AKP Büyük Kongresinde reisten başka konuşan yok! Listeleri o düzenliyor ve delegeler sandığa atıyorlar. Görevleri bundan ve tezahürat yapmaktan ibaret! Sonuçta demokrasinin çocukluk hastalıkları yanlış tedavi sonucu ilerledi, büyüdü, ağırlaştı. Hasta bugün komadadır. Muhalefet iktidardan farksız mı? Genel başkan ve oligarşik yapısının atadığı belediye başkanları delege seçimlerinden ilçe ve il kongrelerine uzanan kollarıyla fiili bir vesayet oluşturuyorlar. Onların belirledikleri delegeler de genel başkanla çevresini seçiyorlar. Ben bu kısır döngüye “Saadet Zinciri” adını koydum. Bu zincir kırılmadıkça parti içi demokrasi gerçekleşmez, gerçekleşemez. Şimdiye kadar bu sistemi yaşam biçimine dönüştürenler, aynı yöntemi rakipleri uygulayınca küplere biniyorlar, örgütçü kesiliyorlar. Son CHP İstanbul İl Kongresinde bunun canlı örneği yaşandı. Pekiyi hastayı komadan kim çıkaracak? Kendi içlerinde demokrasi olmayan partilerin ülkeye demokrasi getirmesi olanak dışı. O zaman seçmenlere, bilinçli parti üyelerine, demokratik kitle örgütlerine, yurtseverlere, aydınlara, yaşamı cehenneme dönen işçilere, üreticilere, emekçilere, emeklilere, Cumhuriyetin temel değerlerine inanan Kemalistlere büyük görev düşüyor.
Ulusumuz Cumhuriyeti sokakta bulmadı. Demokrasi de dış güçlere, sermayeden yana iktidarlara, emekçilere, çevrecilere, dar gelirlilere karşıt egemenlere bırakılmayacak kadar önemlidir, değerlidir! Başka çözüm yok! Halkımız kendi göbeğini kendi kesecektir. Bunda başarılı olduğu gün hasta komadan çıkacak, ülkemiz aydınlığa kavuşacaktır.