Dış güçler edebiyatı!

Kemal Anadol

Son günlerde bir “Dış Güçler” furyası gidiyor! Ekmeğe zam geldi; dış güçler yüzünden. Doğal gaz, elektrik faturaları kabardı: dış güçlerin eseri! Dolar on sekiz liraya kadar çıktı. İktidar sözcüleri önce “Bu o kadar da kötü bir şey değil” dediler; “Çin modeli uygulayacağız. Emek ucuzlayınca yabancı sermaye ülkemize akın edecek. İstihdam artacak.” Bu söylem kısa sürdü. ABD parası on iki liraya düşünce “Gördünüz mü? Reis işi çözdü” dediler. Bu kez “Türkiye’ye tuzak kuran dış güçlerin oyununu bozduk!” demeçleriyle karşılaştık. Örnekleri sıralamaya kalksak sütunlar yetmez. Ama her gün veya her hafta değişen söylemlerin tek ortak yanı var: Dış güçler! Her türlü beceriksizliğin, ekonomik iflasın, zamların, hayat pahalılığının nedeni dış güçler! Oysa dış güçler edebiyatını en son son kullanacak olan AKP iktidarı ve onun yandaş medyasıdır. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Neden mi? Anlatayım. Önce yakın geçmişe bir göz atalım.

1 Eylül 1939 günü Hitler ordularının Polonya’ya saldırmasıyla başlayan savaş orman yangınları gibi ülkeden ülkeye hatta kıtadan kıtaya yayılıyordu. Almanya’nın müttefikleri İtalya, Japonya Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ilerlerken, İngiltere, ABD ve Fransa karşı cepheyi oluşturuyorlardı. Ama kısa sürede Fransa düşmüş Paris’te Eyfel kulesinde gamalı haç bayrağı dalgalanır olmuştu. Dünyayı saran bu ateş çemberi durmadan ilerliyor her yanı sarıyordu. Hitler’in Sovyetlere saldırmasıyla savaş doruk noktasına ulaştı.

Büyük Atatürk 10 Kasım 1938 günü aramızdan ayrılmış, İsmet İnönü, 11 Kasım günü TBMM’de yapılan seçimde Cumhurbaşkanlığına getirilmişti. Bu seçimin üzerinden daha bir yıl geçmeden savaş başlamış, yangın hızla ülkemize yaklaşmıştı. İnönü ve CHP tek parti hükümeti acele önlemler aldı. Önce silahlanma sonra da seferberlik ilân etti. O zaman NATO filân yok. Ordumuzda eski model silahlar var. Tank ve hava gücümüz savaşta başarı sağlayacak teknolojik güçte değil. Gelibolu yarımadasının Saros körfezine bakan kıyılarında Alman saldırılarına karşı beton koruganlar inşa edildi. İçerilere de tanklara karşı beton engeller yapıldı. Genç Cumhuriyetin nüfusu sadece on yedi milyondu. Bunun da yüzde sekseni köylerde yaşıyordu. Türkiye tam bir tarım ülkesiydi. Osmanlı, Haliç’teki fes ve Hereke’deki halı fabrikasından başka tek bir sanayi tesisi bırakmamıştı. Atatürk’ün Sovyet kredisi ile gerçekleştirdiği Birinci Beş Yıllık Plan ile Sümerbank, Etibank gibi KİT’leri kurmayı başarmıştık. Bunların basma, pazen, yünlü kumaş ve ayakkabı üretimine hız verildi. Devlet buğday silolarını doldurmaya çalışıyordu. Ama büyük bir engel vardı. On yedi milyon nüfusun önce 500 bini sonra da bir milyonu askere alınmıştı. Seferberlikte on sekiz ile kırk yaş arasındaki erkek nüfus orduya katılınca buğday üretimi hızla düşmüştü. Bir milyon nüfus bir anda üretici olmaktan çıkıp tüketiciye dönüşmüştü. Buna mecburduk. Hitler orduları artık Bulgaristan ve Yunanistan’a girmişti. Yani batı sınır karakollarımızdaki Türk bayrağının karşısında gamalı haç dalgalanıyordu. On iki ada ise İtalyanların egemenliğindeydi. Doğu’da İran’a İngiliz ve Sovyet orduları girmişti.

Türkiye çok zor durumdaydı. Bir yıllık Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ne yapıp yapıp ülkesini savaş dışı bırakmak istiyordu. Türkiye bu cehennemin dışında kalmalıydı. Ama bu kolay değildi. Almanlarla savaşan Sovyetler birliği rahatlamak için bizim de savaşa girmemizi istiyordu. Kahire’de düzenlenen konferansta ABD Başkanı Rozvelt ve İngiltere Başbakanı Çörçil İsmet Paşa’yı savaşa sokmak için zorluyorlardı. Adana’ya gelen Çörçil Tarsus’un Yenice istasyonunda bir vagonda İnönü’yü sıkıştırıyordu. Paşa ondan “İstanbul, Ankara ve Zonguldak” illerini koruma garantisi istiyordu. Zonguldak’ta çıkan maden kömürü trenlerin, donanmanın, fabrikaların, kışla ve okulların vazgeçilmez yakıtıydı çünkü. Ayrıca tank, top, uçak istemlerini içeren listeyi sunuyordu. Biliyordu ki müttefiklerin bunları karşılama olanağı yoktu. Görüşmelerin en kritik anlarında sağırlığını kullanarak düşünmeye ve zaman kazanmaya çalışıyordu. O müzakerelerin tutanaklarını incelediğimizde bu engellemeye tanık oluyoruz.

Alev çemberi içindeki Türkiye’nin buğday üretimimdeki düşüşün sonucu belliydi; bu durum vesika ve karne demekti. Kişi başına tüketim hesaplanarak yurttaşlara ekmek karne ile veriliyordu. Pasaporta benzeyen nüfus cüzdanları sayfalarına da damga basılıyordu. Üretimin bu kadar azaldığı ve ekmeğin karneye bağlandığı bir ortamda kaçınılmaz bir felâket de hortlamakta gecikmemişti. Buna karaborsa deniliyordu! Temel maddeler karaborsaya binmişti. Bereket yeni kurulan Sümerbank fabrikaları vardı da vatandaş oradan ucuz ayakkabı, basma, pazen alabiliyordu.

Bu arada önemli bir konuyu da anlatmak gerekiyor. Ülkede CHP’nin tek parti hükümeti vardı değil mi? Ama CHP’nin meclis grubunda tam bir özgürlük egemendi. Örneğin hükümet şekere beş lira gibi büyük bir zam yapınca CHP Grubunda Manisa Milletvekili Kâzım Nami Duru, zamdan bazı vekillerin önceden haberi olduğunu ileri sürüyor ve Ticaret Bakanı ile sert tartışmaya girebiliyordu. Günümüzde bu örneğe rastlamak olası değil. Özellikle iktidar grubunda…

Halkımız bu yoklukta kendine çare buluyor basit çözümler üretiyordu. Çayı kuru üzümle içiyor, arpayı öğüterek kahve niyetine höpürdetiyor, ayakkabılarına pençe yaptırıyordu. Sıkıntı büyüktü. Ama diğer ülkeler öyle değil miydi? İngiltere’de karne yok muydu? O günkü nüfus cüzdanımı titizlikle sakladım. Ayrıca fotoğrafını büyütüp çalışma odama astım. Üzerinde Sümerbank ile belediyelerin vurduğu ekmek ve kumaş damgaları benim yaşam nedenimdi çünkü. O damgalar savaş dışı kalan Türkiye’de, gelecek kuşakların varlığını güvence altına alıyordu. Bence İsmet İnönü’nün en büyük başarısı ülkemizi savaşa sokmamasıdır. Bu başarı, Birinci ve İkinci İnönü savaşlarındaki, Garp Cephesi Kumandanlığındaki üstün hizmetlerinden daha önemlidir. Onları Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlığı altında gerçekleştirmişti. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olarak tek başına, tüm diplomatik kuralları kullanarak ve her çareye başvurarak ülkesini savaş dışı bırakması olağanüstü bir durumdur; annemin ve babamın, benim ve çocuklarımın yaşam nedenidir! Paşa yurttaşlarını sıkıntıya sokmuş ama yetim bırakmamıştı.

İsmet İnönü ve CHP iktidarı bu mucizeyi nasıl gerçekleştirmişti? Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini bu zor koşullarda nasıl hayata geçirmişti? Bunun üzerine yazılmış yüzlerce inceleme, makale ve doktora tezi vardır. İkinci Dünya Savaşı’nda ülkemizin karşısında sözcüğün tam anlamıyla “Dış Güçler” vardı. Adıyla sanıyla Almanya, ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği ülkemizi yanlarına ve savaşın içine çekmeye çalışıyorlardı.

Oysa Sayın Erdoğan, 2011’de İzmir Gündoğdu meydanında ve daha sonra her fırsatta o döneme ait ekmek karnesini sallayarak “Bu CHP var ya bu CHP” diyordu. “Vatandaşa ekmeği ve çaputu bile karne ile verdi.” Bunları haykırmak için ya cahil olmak ya da o günkü dış güçleri yok sayarak siyaset yapmak gerekir. Veya siyaset adamlığından devlet adamlığına bir türlü geçememenin somut örneğidir bu söylem. Bugünün yandaş basını, o günlerin ünlü Pravda ve tek partinin Ulus gazetelerine taş çıkartarak dış güçler üzerine bıkmadan usanmadan haberler, yorumlar döktürüyorlar! Ama bu dış güçler kimdir? Onu bir türlü söylemiyor, sır gibi saklıyorlar!

Ekonomik ve siyasal başarısızlıkların gerekçesi olarak sürekli “Dış Güçler” edebiyatı yapmak ne derecede inandırıcıdır bilemiyorum. Artık bıktırıcı hale gelen bu sözler kulak tırmalarken merhum İsmet Paşa’nın seslenişini duyar gibiyim: “Hadi canım sen de!”