CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bir kaset operasyonu sonucu istifa etmişti. 22 Mayıs 2010 günü toplanan Kurultay o güne kadar görülmemiş bir destekle Kemal Kılıçdaroğlu’nu partinin başına geçirmişti. Baykal’ın Genel Başkanlık döneminde uyguladığı siyaset yuvarlak değil köşeliydi. AKP hükümetinin meclise getirdiği 1 Mart 2003 tezkeresi Baykal’ın çabalarıyla ve sadece dört oy farkıyla TBMM’den geri dönmüştü. Suriye sınırımızın beş yüz kilometrelik bölümündeki mayınlar bir İsrail şirketi tarafından temizlenecek ve ortaya çıkan verimli arazi, 40 yıldan fazla süre işletmek üzere aynı şirkete verilecekti. Hükümetin getirdiği dört maddelik bu tasarıya CHP’nin başını çektiği muhalefet bloğu dört ay direnmişti. Sonunda Anayasa Mahkemesine gidilmiş ve yasa iptal ettirilmişti. Obama ABD başkanı olduktan sonra ilk kez Türkiye’ye gelmiş ve TBMM’de yaptığı konuşmada dış politikamıza ayar vermeye kalkmıştı. Meclisten ayrılırken diğer partilerin aksine CHP Grubu ayağa kalkmamıştı. Bu ve buna benzer olaylar ABD’nin Baykal’ı hedef almasına yol açmıştı. Baykal’a ağır bir fatura kesilecekti!
Baykal’ın uzun süren genel başkanlığı yıpranmasına yol açmıştı. Bunlara önseçim yapılmaması, beğenilmeyen örgütlerin görevden alınması gibi antidemokratik uygulamalar ilave edilince hoşnutsuzluk örgütleri aşarak kamuoyuna yansımıştı. O günlerde medyanın büyük bölümünü elinde tutan Doğan grubunun sistemli anti Baykal kampanyası da buna önemli bir etken olmuştu.
Baykal gidip Kılıçdaroğlu gelince düdüklü tencerenin kapağının açılmasına benzer bir rahatlık çevreye yayılmıştı. O güne kadar görülmemiş bir medya desteğini arkasına alan Kılıçdaroğlu’nun yelkenleri şişmiş, sevgi ve saygınlığı kamuoyuna yayılmıştı. Artık CHP’nde parti içi demokrasi gerçekleşecekti. Zaten Kılıçdaroğlu genel başkan seçildiği Kurultayda, her zaman ve her makam için önseçim yapılacağı sözünü vermemiş miydi? Sıra beyaz cam ekranlarını ve yazılı basının köşelerini tutan CHP uzmanlarının yapacağı toplum mühendisliğine gelmişti. Baykal dönemi auta çıkmıştı. Parlak gelecek Kılıçdaroğlu’nundu. O ne yaparsa doğruydu. Bu klişeler yıllarca toplumun belleğine çakıldı.
Yalnız Kılıçdaroğlu’nun siyasal önyargıları vardı. Ona göre ülkenin yüzde yetmişi sağ eğilimliydi. Sol en fazla yüzde otuz/otuz beşi geçemiyordu. Bunun için ömrü CHP ile mücadeleyle geçmiş siyasetçiler transfer edilmeli, partinin söylemleri buna göre şekillenmeliydi. Bu politikalar ete kemiğe bürününce yeni genel başkandan devrimci hamleler bekleyenlerde bir şaşkınlık, duraksama görüldü. Ama yıpranan AKP iktidarı ve tek adam yönetimine karşı yükselen toplumsal muhalefet, Kılıçdaroğlu’nun sağa yönelik davranışlarını bile hoşgörüyle karşılıyordu. AKP ve Erdoğan bir önce gitmeli, bunun için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. İşte CHP içindeki en büyük hizip ŞZD (Şimdi Zamanı Değil) bu ortamda doğdu, gelişti ve büyüdü…
Kılıçdaroğlu “AKP iktidarına karşı muhalefet ederken, kendimi 1940’ların CHP iktidarına karşı mücadele ediyormuş gibi sanıyorum” deyince kafalar karışmaya başlamıştı. Ama itiraz edenlere yanıt hazırdı: “Şimdi sırası değil. Sarayla mücadeleye zarar verme.”
“Ben bugün için lâikliğin tehlikede olduğunu düşünmüyorum” dedikten bir süre sonra ve cemaat kılıcının en keskin olduğu dönemde “Yargı içinde şöyle böyle kadrolaşma vardır demeyi doğru bulmuyorum” söyleminde mi bulundu? “Yahu tehlike büyük. Bu görmezden gelinir mi?” diyenlere de yanıt hazırdı: “Şimdi zamanı değil. Sarayın ekmeğine yağ sürme!”
CHP’ne yakışan içi doldurulmuş donanımlı bir muhalefet yerine ideolojik içerikten uzak, salt Erdoğan düşmanlığına dayanan bu ŞZD hizbi medyanın da büyük katkısıyla topluma yansımıştı. Artık ŞZD parti içini aşarak çevreye yayılmıştı ve büyük kabul görüyordu!
Artık sayısı belli olmayan ve bazıları yargılanıp ceza alan, bazıları yurtdışına kaçan (bunların tamamı belgeli) başdanışmanların hesabını sormak da olanak dışıydı. Ağzını açana söylenecek söz hazırdı: Şimdi zamanı değil!
Örnekleri sıralamaya bu köşenin satırları yetmez. Ama sonuçları parti hesabına olumsuzdu. AKP’nin başındaki tek adam yönetimi eleştirilirken CHP’de tek adam yönetimi başlıyordu. En masum eleştirilerin bile sert yanıtlarla karşılandığını gören ve rahatlayan Kılıçdaroğlu yetkili kurullar yerine hepsi sağdan gelen danışmanlarla çalışmaya başladı. Kısaca açıklık ve saydamlığın yerini kayıt dışı politika aldı. Böyle olmasa Kılıçdaroğlu, parti sözcüsünden bile habersiz Özdağ protokolünü yapabilir miydi? Ancak AKP’ye yakışan biat ve itaat kültürü CHP’nin kapısından içeri girebilir miydi?
14/28 Mayıs seçim kampanyasında ŞZD hizbi histerik davranışlarla linç aygıtına dönüştü. “Millet açlıktan kıvranırken, zamlar ateşten bir gömlek gibi insanları yakarken, hiç gündemde olmayan bu türban yasa önerisi de nereden çıktı?” diyenlere “Saraydan kaç para aldın?” sorusuyla yanıt veriliyordu. “Yüzde ikiyi bile bulmayan küsurat partilerine çikolata dağıtır gibi milletvekili dağıtmak doğru mu?” diye mi sordunuz. Büyük suç işlediğinizin farkında bile değilsiniz. Artık sarayın adamları listesinde yeriniz hazırdır!
Önce parti içinde büyüyen sonra topluma yansıyan ve linç aygıtına dönüşen ŞZD hareketi 28 Mayıs 2023 günü bir balon gibi sönüverdi. ŞZD mensuplarının ayakları ancak bu yenilgiyle suya ermişti. Yanlışlarını fark etmenin kompleksiyle ŞZD mensupları bugün tam tersine bir davranış içindeler. Dün aforoz ettikleri kişilerin eleştirilerini bugün kendileri daha yüksek sesle dile getiriyorlar. Hatta hakaretin sınırlarını zorlayarak.
Amacım salt eleştiride bulunmak değil; ders çıkarmak. Eleştiri eğer haklıysa bunun zamanı olmaz. Çünkü haklı eleştiriler muhataplarına hatadan dönme fırsatını verirler. Eleştirileri zamana yaymak ve konuşmak yerine susmak önce partiye, sonra parti içi demokrasiye sonra da ülke demokrasisine zarar verir. Dün ŞZD hizbi içinde en masum eleştirileri suçlayanların ve hele uygulamalara ortak olanların özeleştirisine sıra gelmedi mi? Yanıt maalesef olumsuz! Onlar “Yavuz hırsız mal sahibini bastırır” örneği şimdi herkesten çok bağırıp çağırıyorlar. Hele bazıları… Sorumlu oldukları yanlışlar nedeniyle özür dileyeceklerine değişimin faziletlerini anlatıyorlar.
İkinci Dünya Savaşı sonunda harabeye dönen Almanya manzarası karşısında Şansölye Conrad Adenaour’un sözleri bugüne ışık tutmaktadır:
“Umarım bir daha İsa bile gelse tam yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız!”
Acaba olup bitenlerden sonra halkımız ve özellikle politikacılarımız gereken dersi çıkardı mı? Çıkarabilecekler mi?
Yanıtı milli marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy veriyor:
“Tarihi tekerrür (yineleme, tekrarlama) diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi.”