Türkiye’nin güvenilir anket firmalarından Metropolün son çalışması 27 Kasım 2021 günü yayınlanan gazetelerde açıklandı. Deneklerin yanıtları siyaset dünyasına önemli mesajlar veriyor.
Birinci soru şu: “Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ülkeye yaptıklarından dolayı ona şükran duyuyor musunuz?” Yanıtlar, %92Evet %5Hayır olarak verilmiş.
İkinci soru da şöyle: “Atatürk’ün değerinin son zamanlarda daha çok anlaşıldığını düşünüyor musunuz?” Buna da %73Evet %20,3Hayır denmiş.
Bu sonuçlar ülkemizdeki siyasal partilere, siyaset yorumcularına, her akşam beyaz cama çıkan ve her konuda konuşan kadrolulara yol gösteren anlamlar içeriyor. Nasıl mı? Dilim döndüğünce anlatayım.
Önce şu saptamayı anımsayalım. Her partinin bir hedef kitlesi vardır. Hangi sınıflara, hangi tabakalara, hangi çıkar gruplarına sesleniyor ve onlardan oy almaya çalışıyor? Siyasal yelpaze de bu yanıtlara göre biçimleniyor.
Bu tür anketlerde CHP’ne verilen desteği az bulan gazeteciler Genel Başkan Kılıçdaroğlu’na düşüncesini sormuş ve şu yanıtı almışlardır: “Doğrudur. Bunun sorumlusu biziz; demek ki kendimizi yeterli derecede anlatamamışız.”
Bence bu doğru yanıt, partilerin doğru saptamalar yaptıktan sonra buna göre davranmaları gerektiğini gösteriyor. O zaman da şu soru ortaya çıkıyor. CHP hangi sınıfa dayanıyor, kimlerden oy alıyor? 1950’den bu yana seçim sonuçlarına baktığımızda, partinin genel olarak orta sınıf tarafından desteklendiğini söylemek pek yanlış olmaz. Pekiyi, günümüz dünyası ve Türkiye’sinde orta sınıfın belirgin nitelikleri nelerdir? Ona da göz atmakta yarar var.
Soğuk savaştan tek kutuplu dünyaya, oradan küreselleşmeci anlayış ve uygulamalara uzanan seyir defteri bugün güç dengesinin değiştiğini ve pusulanın Atlantik’ten Pasifiğe yöneldiğini gösteriyor. Ekonomik, sosyolojik ve stratejik koşullar da buna göre yeni resimler çiziyor. Coğrafyanın en kritik bölgesinde yer alan ülkemiz bu durumdan yoğun biçimde etkileniyor. İnsanlık sanayi çağından bilgi ve iletişim çağına geçerken sınıfsal yapılar da değişime uğradı. Küreselleşme en büyük zararı işçi sınıfına yani proleteryaya verdi. Tüm ülkelerde işçi sayısı azaldı. Esnek çalışma gibi uygulamalar, uluslararası göçler ve işsizlerin çoğalması sendikaları büyük ölçüde zaafa uğrattı. Günümüzdeki gelişmeler yeni dünya düzenini abartan ve onun kalıcı olduğunu yorumlayanların yanıldıklarını gösteriyor.
İngiliz iktisatçı Guy Standin İngilizce precarious, Türkçe güvensiz, belirsiz, istikrarsız, tehlikede anlamına gelen Prekarya kavramını ortaya attı. Hissettikleri duygu olarak onlara öfkeliler demek daha doğru. 1980 sonrası değişen üretim ilişkilerinde proleteryanın yerini artık prekarya aldı. Bu yeni sınıf şimdilik homojen olmasa da siyaset ve tarih sahnesine çıkmaya başladı. Kuzey Afrika’daki eylemler, Fransa’daki sarı yelekliler hareketi gibi. İçinde yaşadıkları belirsizlikten bıkkın, işi ve umudunu yitirmiş pek de eğitimi olmayan yoksul kesim; bunlar prekaryanın ilk bölümünde yer alıyor. İkinciler de en kötü koşullarda sigortasız, güvencesiz karın tokluğuna çalışan göçmenler. Üçüncülerse en ilerici grup. Gelişen teknoloji, iletişim olanakları ve üniversiteler aracıyla toplumun en eğitimli bölümünü oluşturuyorlar. Bu kadar eğitimli olup da iş bulamayan insanlar elbette öfkeli olacaklardır! Proleteryanın özelliklerinden biri ciddi eğitimden geçmemiş olmasıydı. Prekarya ise iyi eğitim almış ve sayıları her gün artan bir yeni sınıf.
*
Gelelim Türkiye’ye… Prekarya kapsamına giren üç grup da ülkemizin gerçeği. Üretim ilişkilerinin değişmesi sonuncunda iletişim ve hizmet sektöründe büyük değişikler oldu. Artık üretim kadar onun dağıtımı da önemli. DİSK’in bir araştırmasına göre hizmet dalında çalışanlar, sanayi işçilerinden çok daha fazla. Yeni dünya düzeni ve neo liberalizmden en fazla zarar gören grup da orta sınıf. Sınıf atlayarak burjuva kimliğine kavuşanlar yok denecek kadar az. Geri kalanlar şirketleşmiş bürolarda asgari ücretle çalışan avukatlar, geçim sıkıntısı içindeki doktorlar, garson olarak çalışan mühendisler, pazarcılık yapan öğretmenler, karnını zor doyuran emekliler, kepenk indiren esnaf ve zanaatkâr, traktörüne haciz konan köylü, umutları çalınan üniversite gençliği… Artık dünyada ve ülkemizde mavi yakalı–beyaz yakalı ayrımı kalmadı. O düne ait bir kavram! Bu düzene, dayatılan sisteme öfkeli ve eğitimli prekarya var artık. Onlar egemen güçlere parmak sallıyorlar! Onlar, Türkiye özelinde mevcut yaşam koşulları ve olanaksızlıklardan şikâyet ederken daha da geriye dönmek istemiyorlar. Yetersiz buldukları demokrasiden şikâyet ederken orta çağ karanlığına girmek istemiyorlar. Biat ve itaat kültüründen nefret ediyorlar. Kısaca hedefleri siyasal İslâm’ın egemen olduğu bir rejim değil. Tam tersine, Cumhuriyetçi, çağdaş, lâik, emekten yana bir düzen istiyorlar. Hiç kuşkunuz olmasın Türkiye’deki prekaryanın ete kemiğe bürünmüş en canlı örneği gezi olayını gerçekleştiren kitledir. Eğitimli, donanımlı, özgür düşünceli bir orta sınıf hareketidir gezi eylemi.
*
Başa dönelim. Metropol anketinden çıkan sonuç, CHP’nin kuruluşundan beri destek aldığı orta sınıfın yeni biçimi prekarya ile bütünleşmesi ve hesabını ona göre yapmasıdır. Bu durum Cumhuriyetin ve CHP’nin kuruluş ilkeleriyle de çakışmaktadır. Özellikle eğitim ve sağlığın parasız olduğu, rantı değil üretimi hedefleyen planlı ve kamu ağırlıklı karma ekonominin uygulandığı; tarımda yaygın ve devlet destekli bir kooperatifçiliği örgütleyecek, demokrasi, hukuk ve insan haklarını evrensel ölçülerde hayata geçirecek ve Atatürk’ten miras kalan tam bağımsızlık ilkesini rehber alacak bir program. Bunlar inandırıcı biçimde kitlelere anlatılabilirse orta sınıfın ilerici bir kimliğe büründüğü prekaryadan destek ve oy almamak için hiçbir neden yoktur. Tabii sonuçları düşünülmeden kafa karıştırıcı söylemler araya girmezse!
*
Marksist olmayabilirsiniz elbette. Ama Marks’ı reddedemezsiniz! Sınıf gerçeği ve çelişkisini görmezden gelemezsiniz. Kapitalist sistem varlığını koruduğu sürece sömürü de kaçınılmaz olacaktır. Emek-sermaye çelişkisi sadece sanayi toplumunda değil, bilgi ve iletişim çağında da geçerlidir. Tehlike, kendine liberal solcu adını takanların bu ana çelişki yerine etnik ve mezhepsel çelişkileri öne sürmesi ve yapay bir kavram kargaşası yaratmalarıdır. İnsan haklarını öncelikle solcular savunur elbette. Ama insan hakları sadece solun değil tüm insanlığın sorunudur. Emek-sermaye çelişkisinin yerine etnik ve mezhepsel çelişkilere öncelik tanımak Orta Doğu’da, Orta Asya’da, Amerika’da kısaca dünyanın her yerinde kan döken emperyalistlerden başka kimsenin işine yaramaz!
*
Gelelim Atatürk’e şükran duymayan yüzde beşe ve Atatürk’ün son zamanlarda değerinin daha çok anlaşıldığına hayır diyen yüzde yirmiye… Onların önemli bir bölümü, Kuvayı Milliye hareketine karşı çıkanların, saltanat ve hilâfeti kaldıranlara kin duyanların ve “Keşke Yunan galip gelseydi” diyenlerin günümüzdeki versiyonudur. Başta iktidar partisi ve birçok sağ partinin hedef kitlesidir onlar. CHP için oradan pay almayı düşünmek akla zarardır! Klâsik anlatımla çarşıdaki pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktır!
Sokak diliyle tanımlayalım. Siyasi partiler manav dükkânına benzeyemezler. Benzemeye çalışırlarsa zarar ederler. Biraz kabak, biraz patlıcan, biraz salatalık satarım diye tezgâh açan ve vitrin süsleyen partilerin başarılı olduğu görülmemiştir. Partiler fırın veya kasap dükkânı gibidir ve müşterileri bellidir. Pekiyi çeşit olmayacak mı? Elbette olacak. Kasapsanız kıyma, pirzola hatta sakatat satacaksınız. Ama sonunda hepsi ettir, proteindir. Satışı çoğaltmak istiyorsanız kaliteye önem ve alıcıya güven vereceksiniz.
Geçmişin mavi ve beyaz yakalılarından oluşan ve kapitalizmin adaletsiz düzenine öfkeli yeni orta sınıfın yani prekaryanın ayak sesleri duyuluyor artık. Bu gerçeği iyi okumak da parti yönetimlerinin sezgi ve yeteneğine kalıyor. Bilmem anlatabildim mi?