Ülkemizin siyasal görüntüsü şu günlerde toz duman! CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun türban hamlesi ve TBMM’ne sunduğu yasa önerisi… Buna karşın AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Anayasa hamlesi… Enflasyonun, hayat pahalılığının, geçim sıkıntısının ateşten bir gömlek gibi yaktığı kitlelerin feryadı arşı âlâya ulaşmış… “Yanıyoruz!” seslerini susturmak için Cumhur İttifakı yasama organına sansür yasası getirmiş… Türkiye sınırları, ABD ve AB tarafından Dedeağaç’tan, Midilli ve Sisam’a, adalardan Suriye sınırındaki PYD kamplarına kadar kilitlenmiş… ABD Güney Kıbrıs’a koyduğu silah ambargosunu kaldırmış… AKP’li Bursa Belediyesi ahlak polisliğine soyunarak tiyatro oyunlarına yasak koyuyor… Ardı ardına festivaller, konserler yasaklanıyor… Daha dün Pendik Belediyesi İngilizlere sığınarak onların zırhlısı ile kaçan Vahdettin’in adını bir caddeye vermekten çekinmedi! Artık ülkenin ekonomiden, sağlığa, eğitimden, işsizliğe alabildiğince yüklü gündemi bir yanda; türban tartışmaları ve satranç hamleleri diğer yanda… Artık seçimlere kadar başörtüsü konuşacak ve tartışacağız. Cumhuriyetin temel ilkelerine inanmış, yaşam biçimlerine kaba ve çirkin müdahale hatta sataşmalardan bezmiş, gidişattan rahatsız endişeli kitleler söyleniyor. “Şimdi sırası mı?” diyorlar. “Artık tartışma konusu olmaktan çıkmış bir konuyu ülkenin gündemine getirmenin amacı ne? AKP sahasında deplâsmana çıkmanın zamanı mı?” Siyasal ortamdaki bu karmaşanın gerçek nedenine eğilmek istiyorum. Hukukta ve siyasette bazen usul (yöntem) esastan (öz, ana öge) önce gelir. Ender olarak ortaya çıkan bu durumlarda usul çözümlenmeden esasa geçilmez, geçilemez. Geçerseniz ortaya sağlıklı bir sonuç çıkmaz. Bugün yaşadığımız kargaşa tam da bunun örneği. Nasıl mı? Anlatayım. Hepimizin bildiği gibi demokrasi kurallar ve kurumlar rejimidir. Anayasaların “demokrasinin vazgeçilmez unsuru” olarak tanımladığı siyasal partiler de demokratik yaşamın güvencesidir. Onların içinde demokrasi yoksa tek sesli alaturka demokrasi olur. Bu model çağdaş demokrasinin karikatürüdür ve tek adam rejimlerine giden yolun taşlarını döşer! Çok sesli modelde ise kural ve kurumlar öne çıkar. Gelin geçmişe bir göz atalım. 1961 Anayasasının getirdiği yenilikler arasında araştıran, sorgulayan özerk üniversiteler, iktidarlara ve yasama organına fren görevi yapan Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar vardı. Medya kavramının oluşmadığı bu dönemde oldukça özgür olan basın işlevli ve etkiliydi. Siyasal partiler de bunlara ayak uydurmak zorundaydılar. Adalet Partisi ve CHP siyasal partiler yasasının kendilerine tanıdığı %5 kontenjanla yetinerek tüm illerde yargı denetiminde önseçim yöntemiyle milletvekili adaylarını belirliyorlardı. TBMM’de partilerin grup toplantıları kapalıydı. Halen TBMM tüzüğünde yer alan düzenlemeye göre bu toplantılara eski milletvekilleri bile giremiyordu. Çünkü kapalı gruplar vekillerin nefes borusu gibiydi. Dışarıda söyleyemediklerini parti yönetimlerine karşı özgürce ve en ağır biçimde dile getirebiliyorlardı. Tek bir örnek bu savımı yeterli biçimde kanıtlar sanıyorum. 1977-80 döneminde CHP-Bağımsızlar koalisyon hükümetindeki CHP’li İşletmeler Bakanı Prof. Kenan Bulutoğlu hakkında içinde benim de bulunduğum 20 milletvekili gensoru önergesi vermişti. Gece yarısına kadar süren görüşmeler sonunda oylama yapılmış ve bakan az bir oyla düşmekten kurtulabilmişti. Bugün bunları düşünmek bile hayal! CHP Parti Meclisi ise tüzüğe göre Kurultay’dan sonra en yetkili kurumdu. Ama bu sözde değil özde geçerliydi. 1969 seçimlerinde önce CHP seçim bildirgesi PM’de görüşülüyordu. “Toprak İşleyenin Su Kullananın” ilkesine sıra gelince buna karşı çıkanlar çoğunluk olmadan karar alındığını söylemişlerdi. Bu tartışma ancak Kurultay’da çözümlenmişti. CHP için bu geleneksel model çok önemliydi. Adı üstünde bu kurul CHP’nin meclisiydi. Yürütme organı Merkez Yönetim Kurulu da bunun içinden çıkıyordu. PM süreli olarak MYK’yı denetliyordu. Onu düşürme hakkı vardı. İsmet İnönü kurulun yetkileri ve işleyişi konusunda çok titiz ve duyarlıydı. PM’de karar alınmadan yöneticilerin bağlayıcı beyanları olamazdı! Pekiyi bu sistemin noksanları yok muydu? Elbette vardı. Ama 12 Eylül bunların düzelmesi bir yana partilerin başına oligarşik yönetimlerin gelmesinin yolunu açtı. İnsan doğasında olan hükmetme ve bunu sürdürme eğilimini önleyecek fren mekanizması artık yoktu. Grup toplantıları genel başkanların basın toplantısına dönüştü. Vekiller sadece seyirciydiler. Dışardan gelenlerin alkış ve sloganları da cabası! Bakın otoritesi dünya ölçeğinde kabul görmüş Fransız Anayasa Hukuku uzmanı ve siyaset bilimci Prof. Maurice Duverger ne diyor: “Parti liderleri işin doğası gereği kendi iktidarlarını koruma ve giderek artırma eğilimindedirler. Üyelerin, liderlerin bu davranışı karşısındaki tavrı, onların yetkilerini sınırlamak değil, aksine putlaştırarak gücünü daha da artırma yönünde olmaktadır.” Yine bir başka otorite Robert Michels’e göre, “Parti lideri olan kişi, bu konuda yasaklayıcı bir hüküm ya da olağanüstü bir gelişme söz konusu olmadıkça liderliğini ömür boyunca sürdürme eğilimindedir. Belirli bir süre parti liderliğini sürdüren kişi bunu kendisine ait mülkiyet hakkı olarak görmeye başlar. Liderin bu aşamadan sonra görevden uzaklaştırılması zordur. Zira lider kendisini koruyan düzenlemelerle parti içindeki konumunu sağlamlaştırır.” Kısaca 12 Eylül rejiminin getirdiği 1982 Anayasası defalarca hem de nitelikli oyla değiştirildiği halde Siyasal Partiler Kanunu olduğu gibi duruyor. Oysa onu değiştirmek çok kolay; salt çoğunluk oyu yeterli. Ama partilerin başındaki oligarşik yönetimlerin işine gelmiyor. Günümüzde AKP bir tür cemaat ve tarikatlar koalisyonudur. İhvancı ideoloji esastır. Önemli olan biat ve itaat kültürünün egemenliğidir. Kısaca tek adam partisidir. Nitekim bir büyük kongrede başkan olan Bekir Bozdağ “Bu parti Tayyib’in partisidir” diyordu. Herhangi bir nedenle Erdoğan bu makamı boşalttığı takdirde geride ne kalacağı eski deyimle muammadır! CHP ise Cumhuriyeti kuran partidir. Kuralları, kurumları, gelenekleri vardır. Kurumlar işlemezse sağlıklı sonuç alınamaz. Örnekleri yakın geçmişte gördük. Cumhurbaşkanı olarak açıklanan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adını PM üyeleri, milletvekilleri, Grup Başkanvekilleri televizyon ekranından öğrendiler. Son dönemlerde Genel Başkan Sayın Kılıçdaroğlu “falan akşam falan saatte beni izleyin” diyor ve savlarını, söylediklerini öğrenmek için ekran başına geçiyoruz. Bizimki normal de bunları PM üyeleri, genel başkan yardımcıları, grup başkanvekilleri ve milletvekillerinin televizyondan izlemesi ve öğrenmesi CHP gibi gelenekleri görenekleri olan bir partiye yakışmıyor! Çilekeş CHP seçmenleri… Parti kazandığı zaman yöneticilerden fazla sevinen, kaybettiği zaman adaylardan çok üzülen, her seçimde bıkmadan usanmadan sandığa giden, lâik, cumhuriyetçi, demokrasiye inanmış bu değerli topluluk partinin gerçek sahibidir. Bunları hayal kırıklığına uğratmaktan çekinmek gerekir. Tek adam rejimine karşı mücadele azmini korumak gerekir. Başkalarının duyarlılıklarına duyduğumuz kaygı ve saygıyı onlardan esirgememek gerekir. Esirgememek gerekir ki onlar sandığa ayak sürüyerek veya tıpış tıpış değil koşarak aşkla şevkle gitsinler! Özetle parti içi demokrasi gerçekleşmeden ülkeye demokrasi gelmez. Parti içi demokrasi ise kararlara parti organlarını ortak etmektir. Kuralları uygulamaktır. Yazımı sosyal medyada dolaşan ve yürekten katıldığım bir söylemle bitiriyorum: Hukukun ve demokrasinin işlemediği toplumlarda hiç kimse, demokrasinin işlemediği kurumlarda ise bir beklentisi olanlar özgür değildir!