29 Nisan 1960

Kemal Anadol

Bugün 29 Nisan 2023. Belleğim altmış üç yıl gerilere gitti. O uğursuz sabahı bir kez daha yaşıyorum. İktidarlarının sonuna gelen parti/devlet yozlaşmasının neler yapabileceğinin somut örneğine o gün tanık olmuştum.

O sabah Ankara Cebeci semtindeki Hukuk Fakültesi merdivenlerinden çıkıp bahçeye girdiğimde karşılaştığım manzara tam bir ana baba günüydü! Anayasa hocalarımız Bülent Nuri Esen ve İlhan Arsel derslerini iptal etmişlerdi. İkinci sınıf öğrencisiydim. Demokrat Parti iktidarının bir gün önce İstanbul Üniversitesinde yaptığı zulüm kulaktan kulağa yayılmıştı. Kulaktan kulağa diyorum çünkü basına uygulanan sansür ve yasaklar halkın haber alma hakkını yok etmişti. Fısıltı gazetesine göre, polis toplanan öğrencileri dağıtmak için şiddete başvuruyordu. Bumin Yamanoğlu adlı şefin emriyle polis, copun yanında tabanca da kullanabiliyordu! Gözetime alınan öğrencilerini kurtarmaya çalışan Rektör Sıddık Sami Onar alnından yaralanmış, yerlerde sürüklenmişti. Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla öldürülünce eylem isyana dönüşmüştü. Bir başka üniversite öğrencisi Hüseyin Onur’un da ayağı kesilmişti. Topluluk Beyazıt meydanından vilayete yürümüş, barikatı aşamayınca Eminönü’ne yönelmişti. Telaşlanan İstanbul valisiyle emniyet müdürü Galata köprüsünü kapatma yolunu seçmişlerdi. Olayları önleyemeyen Menderes Hükümeti İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilân etmişti. Orgeneral Fahri Özdilek İstanbul, Korgeneral Namık Argüç de Ankara Sıkıyönetim komutanlıklarına getirilmişlerdi.

Pekiyi İstanbul Üniversitesi öğrencileri neden heyecanlanıp bir araya gelmişlerdi ve neden hükümete karşı tavır almışlardı? İşte bu sorunun yanıtı demokrasi sayfalarımızın kara lekesidir ve bugün dahil yıllarca etkisini sürdürecektir. Yirmi yedi yıllık tek parti iktidarı CHP’nin içinden çıkanların kurduğu Demokrat Parti (DP), “Yeter Söz Milletindir” diyerek 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimleri kazanmıştı. Mutlak çoğunluk sistemini yasalaştıran CHP’yi bu sistem bumerang gibi vurmuş ve ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Bu sisteme göre bir ilde bir oy fazla alan parti tüm milletvekillerinin sahibi oluyordu! ABD’nin Marşal yardımı ve yabancı sermayenin ülkeye girişiyle başlayan rahatlama sonucu tarımsal üretim artmış, köylünün cebine para girmişti. ABD, DP Hükümetlerine demiryolu ve deniz yolu politikası yerine karayollarını dayatmıştı. Artık ülke dışardan gelen kamyonların, binek arabalarının, traktörlerin lastik, yedek parça ve akaryakıt cennetiydi. Uçak ve silah fabrikalarının üretimleri durdurulmuş başka alanlara yöneltilmişti. 1954 seçimleri de aynı sistemle gerçekleşmiş DP, ABD’nin pompaladığı sermaye girişiyle yaratılan bol para sonucu büyük bir zafer kazanmıştı. Ancak, DP iktidarının uzun süren cicim aylarının sonu gelmişti. Türk lirasının değeri hızla düşmüş, ABD doları fırlamıştı. Halk geçim sıkıntısı içindeydi. Kahveden çiviye, otomobil lastiğinden pencere camına kadar her şey karne ile satılmaya başlamıştı. Kısaca enflasyon hortlamıştı! 1957 seçimlerinde mutlak çoğunluk sistemine karşın Başkent Ankara’yı CHP’ne kaptıran DP, iktidardan gitme korkusuna kapılmıştı! Eskiden “Hürriyet” sözcüğünü dilinden düşürmeyen DP, muhalefete ve basına karşı sertleşmiş, kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan bir despota dönüşmüştü! DP, mağdur ve mazlum edebiyatıyla iktidara gelenlerin nasıl zalime dönüştüğünün somut örneğiydi. Cebeci’deki kapalı cezaevinin adı gazetecilerin dilinde “Ankara Hilton” olmuştu. 79 yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın bile cezaevine girmekten kurtulamamıştı. Başbakan Adnan Menderes’in eleştiriye tahammülü kalmamıştı.

Mahkemeler Başbakana hakaret dosyalarına bakmakla meşguldü! DP’nin sekiz yılında 2.324 gazeteci hakkında dava açılmıştı. 811 gazeteciye verilen cezaların toplamı 144 yıl sekiz ay tutuyordu! 7 Nisan 1960 günü toplanan DP grup bildirisinde “Muhalefet ve basının yıkıcı faaliyetlerini inceleme amacıyla bir tahkikat komisyonu” kurulacağı açıklanıyordu. TBMM genel kurulunda muhalefetin itirazlarına karşın 15 DP milletvekilinden oluşan bir komisyon kurulmuştu. Komisyon askerî ve sivil savcılarla hâkimlerinin tüm yetkilerine sahipti. Gazete toplatabilecek ve kapatabilecekti. Her türlü evrak ve eşyaya el koyabilecekti. Kararlarına karşı koyanlar altı aydan üç yıla kadar hapisle cezalandırılacaklardı. Daha da önemlisi komisyon kararlarına itiraz mümkün değildi! Özetle yürütme ve yasama yargının yerine geçmişti. 18 Nisan günü CHP hakkında “Yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı faaliyetlerde bulunduğu” istemiyle verilen araştırma önergesi TBMM gündemine geldi. Niyet açığa çıkmıştı artık. CHP kapatılacak ve DP tek parti olarak iktidarını sürdürecekti. Önergenin görüşülmesi sırasında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü söz alarak tarihi konuşmasını yapmıştı: “Şimdi ihtilâl, iktidarı bir kere eline geçirmiş olanlar tarafından yapılıyor… Seçimle iktidara geliyor, devletin vasıtalarına el koyuyor, seçimle gitmek ihtimali ufukta görüldü mü ‘Ben buradan gitmem’ telaşına düşüyor. Ne oldu? Telaşınız ne? Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa o memlekette ayaklanma olur… Şimdi mevzuubahis olan mesele bu… Beni dinleyin, böyle bir ihtilâl içinde bulunamayız. Böyle bir ihtilâl dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır… Bu yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam!” Önergenin kabulü bardağı taşıtan son damla olmuş ve İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin 28 Nisan 1969 günü başlattıkları eylem hükümetin sıkıyönetim ilânıyla sonuçlanmıştı.

***

29 Nisan 1960 günü Ankara Hukuk Fakültesi bahçesinde toplanan arkadaşlarımın arasına katılıp Gazi Osman Paşa’nın Plevne savunmasına yakılan türkünün güncelleşmiş ve marşa dönüşen nağmelerini seslendiriyordum: “Olur mu böyle olur mu / Kardeş kardeşi vurur mu / Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı?” Cebeci Caddesi’ne konuşlanmış polisler bize bakıyorlardı. Başlarında Ankara Emniyet Müdürü Niyazi Bicioğlu vardı. Polisler aldıkları emirle Mülkiye ile aramızdaki dar sokağı kapattılar. İki okul öğrencilerinin birleşmesini istemiyorlardı. Biraz sonra Ankara Valisi Dilâver Ergun ile Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan bahçeye girdiler. Onlara sürekli “yuh” çekiyorduk. Biraz sonra nal sesleri duyuldu. Süvari birliği atlarının en az on basamaklı merdivenlerini tırmandığını hayretle izledik. Asker bahçeye konuşlanınca Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Namık Argüç geldi. Herkes alkışlıyordu. “Varol Paşa baba!” Gürültüyü önleyemeyen komutan sinirlenmişti. “Susun be! Yoksa susturmasını bilirim!” Bu kez uzun bir “Yuuuh” sesi Cebeci semalarına yayıldı. Paşa böyle şeylere alışık değildi. “Ben size gösteririm” diyerek çıktığı aracın üstünden uzaklaştı. Mülkiyenin pencerelerini dolduran öğrenciler merakla olan biteni izliyorlardı. Aniden anonsa başlayan polis derhal bahçeyi boşaltmamızı istiyordu. Coplar çalışmaya başlamıştı. Hepimizi okulun içine sokarak kapıları kapatıp hapsetmek planı uygulanıyordu. Bu kez içerde boğuşma başlamıştı. Gelen feryatları duyan vali ve emniyet genel müdürünün aldırdıkları bile yoktu. Polisten kurtulanlar dekanlık önünde toplanmaya başlamışlardı. Olay hızla Mülkiyeye kayıyordu. İçerde olduğumuz için dışarıyı göremiyor sadece gürültüleri duyabiliyorduk. Bir ara makineli tüfek sesleri çevreye yayıldı. Komutan Argüç Mülkiye’ye ateş emrini vermiş, yaylım ateş 20 dakika kadar sürmüştü. Öğleden sonra sesler kesildi. İçerde tuttukları öğrencileri teker teker bırakmaya başladılar. Siyasal Bilgiler Fakültesi duvarlarındaki kurşun izleri bugün bile belleğimdeki yerini koruyor. O gün tüm üniversiteler tatile sokuldu. Yurtlarda kalanlar memleketlerine döneceklerdi. Ankara’da kalan öğrenciler, bakanlıklarda mesaiden çıkan memurlar, aydınlar Orduevi-Kızılay arasında her gün saat 17’den sonra gösterilere başlamışlardı. Güncelleşmiş Plevne türküsü artık özgürlük marşına dönüşmüştü. Beşinci ayın beşinci günü saat beşte Kızılay’da toplanmayı içeren 555 K parolasının bir araya getirdiği heyecanlı topluluğun çevreye yaydığı “Hürriyet… Hürriyet” sesleri yeri göğü inletiyordu.