12 Eylül 1980 tarihinin üstünden tam kırk dört yıl geçti. Her yıldönümünde olduğu gibi bu uğursuz gün üzerine de yazılar yazıldı. Yaşı büyültülerek idam edilen gençlerin adları, gözaltına alınan, hüküm giyenler, yurt dışına kaçanların sayıları sıralandı; faşist darbenin uygulamaları kalem kalem anlatıldı. Yıkılan ocaklar, savrulan yaşamlar, özetle dökülen gözyaşları ve kanlar… Her birey ve ailenin hayatından çıkacak birkaç 12 Eylül romanı yazılabilir. Bu kadar dramatik bir ortamda zeytinyağı gibi üste çıkarak üç aylık mahpusluğu on üç sene anlatarak mağduriyet konusu yapanlar varken, darbenin üstünden silindir geçen insanlar suskun kalmayı yeğliyorlar. Ayıp ve utanma duyguları kişiden kişiye değişiyor elbette! Muradım artık geleneksel hale gelmiş 12 Eylül yıkıntılarını sıralamak değil. 12 Eylül’ün yirmi iki yıllık AKP iktidarında hem de kanlanarak ve canlanarak yaşadığını anlatmak. Onun için moda deyimle büyük resme bakmak, Amerikalı iktisatçı Milton Fredman üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor. Doymak bilmeyen kapitalizmin Nobel ödülü verdiği bu adam, Amerika’da Şikago Üniversitesi’nde verdiği derslerde devletin ordu dışında yaşamın tüm dallarından elini çekmesini savunuyordu. Onun öğrencilerine de “Şikago çocukları” deniyordu. Kısaca neoliberalizmin babası Milton Fredman’dı. Şili’de halkın oylarıyla iktidara gelen sosyalist Salvador Allende, onun Genelkurmay Başkanı General Pinoşe tarafından CİA destekli bir darbe ile devrildiğinde takvimler 11 Eylül 1973’ü gösteriyordu. Bu tarihten sonra tarihin en acımasız deneyi Şili’de yapıldı. Fredman modeli uygulanmaya başladı. ABD tekellerinin el attığı bakır madenlerinden başlanarak devletin iğneden ipliğe tüm varlıkları haraç mezat satıldı. Buna tepki gösterecek sendikacılar, aydınlar, meslek temsilcileri ve halkın büyük bir bölümü stadyumlarda toplandı, işkenceden geçirildi. Fredman’ın öğrencileri yani Şikago çocukları daha sonra Güney Amerika diktatörlüklerinde bazen bakan bazen de danışman olarak görev yapacaklardı. Deneyin ikinci bölümü ABD’nin en muhafazakâr başkanı olan Cumhuriyetçi Reagan’ın 1981-89 yıllarındaki iktidarında sahnelendi. Üçüncü bölüm ise İngiltere’de vizyona girdi. Bir Milton Fredman hayranı olan ve tarihe 1979-90 yılları arasında en uzun süre başbakanlık yapan kişi olarak geçen Margeret Teçir uygulamalarıyla neoliberalizmin hakkını verdi. Dördüncü sıra Türkiye’deydi. Başbakan Süleyman Demirel hem Başbakanlık Müsteşarlığına hem de Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Başkanlığına Nakşibendi tarikatına mensup Turgut Özal’ı getirdi. Özal 24 Ocak 1980 kararlarının mimarıydı. Bunların da Fredman modeli olduğunu yazmaya gerek yok. Neoliberalizm, o döneme kadar eksiği ve gediğiyle uygulanan karma ekonominin üstüne çıkıyordu. Her türlü tarımsal destekler kaldırılacak, maaş ve ücretler dondurulacaktı. Geç de olsa uyanan Bülent Ecevit olmuştu: “Bu ekonomik modelle demokrasi modeli bağdaşmaz!” Ecevit’in demeci kısa süre sonra doğrulandı ve 12 Eylül 1980 günü ordu komuta zinciri içinde ve elbette CİA desteğinde iktidara el koydu. Bütün işkence ve baskı politikalarının özünde toplumsal uyanışı bastırmak ve kitleleri yıldırmak yatıyordu. *** Büyük resme böyle baktıktan sonra günümüze gelelim. AKP parlamenter düzen içinde yer alırken 2017’deki halk oylamasında “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen tek adam sistemine geçildi. Parlamento işlevsiz hale geldi. İşin özü, ülkemizde tam yirmi iki yıldır AKP ve Erdoğan rejimini yaşıyoruz. Bu dönemde Cumhuriyet döneminin tüm kazanımları haraç mezat satıldı. Türkiye’nin ham ve mamul madde kâğıt gereksinimini sağlayan İzmit’teki SEKA fabrikası kapatıldı. Artık yurt dışından kâğıt satın alıyoruz. Sağlığa zararlı olmakla birlikte dünyada sayılı tütün üreticisi olan memleketimizin bu önemli gelir kaynağı kurutuldu; yabancı şirketlere ikram edildi. Gelincik, Bafra, Yenice, Yeni harman, Bahar sigaraların yerini Biritiş-Amerikan Tabakko markaları aldı. Türkiye’nin ulusal içkisi rakı Amerikan firmasının elinde! Kâğıt ve tekel ürünlerini örnek olsun diye yazdım. Petrokimyadan et-balığa, limanlardan elektrik dağıtımına uzanan özelleştirmeler yazı değil kitap konusu olur! Dünya fındığının %80’ninden fazlasını üreten Karadeniz’de İtalyan şirketi kol geziyor. Tarım girdilerine her gün yapılan zamlar nedeniyle köylünün buğdaydan domatese, çaydan kayısıya ürettiği mahsuller yerlerde sürünüyor. Karpuzu yere çalan üretici “Seneye toprağı ekmeyeceğim” diye feryat ediyor. Sen misin bağıran. İktidar iki yıl ekilmeyen toprakları sahibinden alarak başka şirketlere kiralamayı hedefliyor. Artık Kanada’dan mercimek, Sırbistan ve Arjantin’den et satın alıyoruz. 12 Eylül 1980’den önce konuşan üniversitelerimiz vardı. Ülke sorunları üzerinde bildiri yayınlayan üniversite senatoları kamuoyuna doğruları gösterirdi. Şimdi sayısı yüzlere varan hukuk ve iktisat fakültelerinden çıt çıkmıyor. 12 Eylül’ün armağanı YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) etiyle, gövdesiyle karşımızda duruyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen her ilde bir üniversite açıldı. Üniversiteler artık bilim üretmiyor. Buradan mezun olan mühendisler moto kuryelik yapıyorlar. Rektörleri tek adam atıyor. Hukuk fakültelerinin başında veteriner dekanları görüyoruz! Hukukun üstünlüğü artık kâğıt üstünde bile değil. Anayasa Mahkemesi kararları yok hükmünde. Bu kadarla kalsa iyi. Yargıtay Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunuyor. İstanbul’da toplanıp yeni devlet modeli açıklanıyor. İslam Federasyonu ASRİKA’nın başkenti İstanbul, resmi dili Arapça… Bunlara suspus kalan hukuk düzeni, Cumhurbaşkanı seçilmesinden korktukları İmamoğlu’na “ahmak” davası açıyor! Milli irade artık tartışma konusu. Halkın oyu ile milletvekili seçilen Sayın Atalay bir türlü ceza evinden çıkıp meclise giremiyor! 12 Eylül’ün yüzde on seçim barajı yıllarca milyonları bulan seçmen oylarını çöpe attı. Şimdi baraj lütfen yüzde yediye indirildi. Bu oran hiçbir demokratik ülkede yok. Yazıyı uzatmadan söyleyeyim. Ülkede yerli ve millî bir şey kalmadı. Bu gerçeği saklamak için “yerli ve milli” sözcükleri slogan haline getirildi. Ülkedeki sınıf ayrımında makas iyice açıldı. Muhalefette mazlum edebiyatı yapanların ne kadar zalim olabildiklerini her gün yaşıyoruz. Sucuk fabrikasının işçileri sendikalı oldukları için tersten kelepçeleniyorlar. “Harun gibi geldi, Karun gibi zengin oldu” diyen günümüzün TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş değil mi? Halkın yaşamsal sağlık gereksinimi için özel hastanelere gitmesi olası değil. Devlet hastanelerinden muayene randevusu alınamıyor ve altı ay sonraya gün veriliyor. Elde iyi kötü bir Anayasamız var. Her ne kadar tarihi 1982’yi gösterse de dörtte üçü değiştirilmiş, yenilenmiş. Ama rejimin kâğıt üstünde de olsa güvencesi ilk dört maddesi var. İlk üçü, devletin ülkesi ve milletiyle bir bütün olduğunu, demokratik, lâik sosyal devletin başkentinin Ankara, bayrağın ay yıldızlı Türk bayrağı, resmi dilinin de Türkçe olduğunu söylüyor. Halkımıza her gün 12 Eylül’ü yaşatan bir iktidar, 1982 Anayasası’nın darbe ürünü olduğunu söyleyerek ısrarla yeni anayasa istiyor. Bir türlü değiştirilmeyen Siyasi Partiler Kanunu’yla, üniversitelerin başında heyulâ gibi duran YÖK’le, bütçesini bile yapamayan işlevsiz parlamentosuyla, tasfiye edilmiş orta sınıfıyla, halkın erişemez olduğu sağlık ve eğitim hizmetleriyle… Listeyi alabildiğince uzatmak olası. Dünyada modası geçmiş, eskimiş neoliberal sisteme hayat öpücüğü vermekle görevlendirilen hazine bakanı ne yaparsa yapsın bu düzeni aklayıp paklamak olası değil. Ama başlangıcı 12 Eylül olan beyhude çaba halkımıza çok çektiriyor. Tek umudumuz elimizde kalan Anayasamızın ilk üç maddesi ve bunları güvence altına alan dördüncü madde. İlk üç maddenin değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceğini söylüyor. Yani Cumhur ittifakının küçük ortağı bugün dördüncü maddeye karşı olduklarını söylüyor. “Ahmak mısınız?” diyor. “Biz dördüncü maddeye karşıyız!” Büyük ortak yavaş tonda ilk dört maddeye sahip çıktıklarını söylese de tatmin edici değil. Toplum sabahtan akşama değişen demeçleri, verilen sözleri çok gördü. Dünün katillerinin bugün kardeş olduklarını hayretle, ibretle ve dehşetle izledi.
Cumhur ittifakı sözcülerine sormak gerek. “Bize her gün 12 Eylül’ü yaşatırken, 12 Eylül Anayasasını neden değiştirmek istiyorsunuz? Yoksa küçük ortakla bir anlaşmanız mı var?”