Barışın önünde iki engel: Erdoğan ve APO

Hüseyin Özalp

Kuzey Irak’ta federal bir Kürt devleti kurulmasını savaş nedeni sayacağını oğul Bush'a söyleyen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit iktidarı, ortağı Bahçeli’nin kimsenin anlam veremediği erken seçim çıkışıyla alaşağı edildi. İşin tuhafı, Öcalan’ı kucağına bırakarak Ecevit’in hükümet olmasını sağlayan da ABD idi.

Recep Tayyip Erdoğan, henüz siyasi yasaklı iken ve milletvekili bile seçilmemiş olduğu halde Bush ile yaptığı görüşmede, ABD’nin Irak’a yapacağı operasyon ile ilgili her türlü desteği vereceğini söyledi. Ancak ABD askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasını ve harekatın kuzeyden yapılmasını sağlayacak olan 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmesini Deniz Baykal ve Necmettin Erbakan’ın muhalefeti önledi. AKP, tezkerenin reddedilmesine rağmen ABD’ye her türlü lojistik desteği sağladı.

Erbakan’ın siyaset yasağı ömür boyu sürdü.

AKP içinde tezkereye karşı çıkan kim varsa tasfiye edildi. Erdoğan’dan siyasi yasağının kaldırılması karşılığı cumhurbaşkanı olma sözü aldığı ileri sürülen Deniz Baykal da kaset komplosuyla siyaset dışı bırakıldı.

Resmi rakamlara göre, Irak’ta 500 binin üzerinde bazılarına göreyse bir milyonun üzerinde insan hayatını kaybederken, Erdoğan Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dönmesi için dualar etti.

O günkü şartlarda iktidarda siyasal İslamcı bir parti yerine sosyal demokrat bir parti olsaydı altı ay dayanamazdı. Bugün de Gazze’de ve Suriye’de olup bitenler karşısında iktidarda sosyal demokrat bir parti olsa kısa sürede kamuoyu desteğini yitirirdi.

Bölgede milyonlarca Müslümanın kanının dökülmesi, ülkelerin parçalanması ve sınırların İsrail’in güvenliği için yeniden belirlenmesi ancak İsrail karşıtlığı ile Siyonizm’e hizmet eden bir siyasal İslamcı zihniyet ile mümkün olabilir.

Bu yüzden sosyal demokratlar da iktidar olmak için yakınlık kurma çabasında olsalar dahi, ABD’nin kendi yetiştirmesi olan siyasal İslamcılardan kolay kolay vazgeçme niyetinde olmadığı görülüyor.

O dönemlere dönersek, Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi karşısında Erdoğan, nota verecek misin diye soranlarla, “Ne notası, müzik notası mı” diye dalga geçti.

Türkiye’nin sınır güvenliği açısından en sorunlu bölgesi olan Irak sınırında, Federatif Kürt yönetiminin göz yummasıyla PKK yıllarca varlığını sürdürdü.

İlk açılımdan önce yürütülen Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile muhalefet edebilecek dinamikler yok edildi.

İlk Kürt açılımının ayaklarından biri, suça karışmamış olan PKK’lıların Türkiye’de kalması, suça karışmış olanların ise Suriye’ye gönderilmesiydi. Aslında proje büyük ölçüde tamamlandı. PKK, Suriye’de farklı isimlerle yeniden örgütlendi.

Suriye iç savaşında Peşmergenin Türkiye sınırlarından bölgeye geçişi sağlandı. Kürtlerin İŞİD’i yok ettiği söylense de sonunda Suriye’de İŞİD’in devamı niteliğindeki güçler iktidara geldi. Kürtler de onlarla ittifak oluşturdu.

Yeni Osmanlıcılık sevdasını canlandıran AKP, tabanını “Suriye’yi fethettik” diye oyalarken, bölge İsrail’in çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn ediliyor. AKP’liler, Emevi camiinde şükür namazına giderken, kurmak istediğimiz üs, İsrail tarafından roketlenince sessiz sedasız geri çekildik.

Suriye sınırı, en uzun sınırımız olmasına rağmen Türkiye’nin en güvenli sınırıydı. Suriye sınırındaki mayınlar, İsrail tarafından itinayla temizlendi.

Böylelikle Suriye’ye yapılacak operasyon öncesi, Türkiye’ye planlanan göç dalgası öncesi sınırlar geçişler için güvenli hale getirildi.

Böylece Türkiye, Avrupa’nın mülteci kampı haline geldi. Avrupa, bir yandan demokrasimizdeki gerileme nedeniyle üyelik müzakerelerini tamamen askıya alırken, bir yandan da mülteci politikası nedeniyle Erdoğan’a desteğini sürdürdü.

Trump iktidarının desteğini alan AKP, ana muhalefeti PKK ile iş birliği yapmakla suçladığı sırada barış açılımını yeniden gündeme taşıdı.

Burada kamuoyunu en çok şaşırtan Devlet Bahçeli’nin tutumu oldu. Oysa şaşıracak bir durum yok ortada. Öcalan’ın idamını önleyen Devlet Bahçeli’ydi. Irak’ta Kürt devleti kurulmasını savaş sebebi sayacağını söyleyen Ecevit hükümetini yıkan da Devlet Bahçeli.

Suriye sınırımızda Kürtlerin yeni bir federatif yapı oluşturacağı artık kesinleşmiş durumda.

Suriye sınırı şu anda en korunaksız sınır bölgemizdir. Bölgede Kürtler yakın gelecekte önemli bir silahlı güç haline gelecek. PKK'nın silah bırakması tam da bu şartlarda tartışma konusu haline geliyor. Bir çok kimse, silah bırakmanın göz boyama olduğunu savunuyor. Beklentiler, İran'a yönelik operasyon tamamlanıncaya kadar Suriye'deki Kürt varlığının Türkiye için bir tehdit oluşturmayacağı yönünde. Büyük Ortadoğu Projesi'nin son ayağında İran, Irak ve Suriye'deki Kürt yapılanmaları ile kuşatıldıktan sonra sıranın Türkiye'ye geleceği senaryoları bazı kesimlerde dile getiriliyor. Bu aşamada Suriyeli mültecilerin de kargaşa çıkartmak için kullanılacağı ve böylelikle Türkiye'nin mücadelesinin zayıflatılacağı savunuluyor.

Ancak Türkiye’yi bekleyen yakın tehlike, AKP’nin Osmanlıcılık hevesiyle Suriye’nin bazı bölgelerini kontrol altında tutmaya çalışmasıdır. Bu en az bölünme kadar tehlikeli bir girişim olacaktır. Birinci Körfez Savaşı'ndan önce ABD'nin önce Kuveyt'e saldıran Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak'ı cesaretlendirmesi, sonra da bunu savaş sebebi saymasını kimse aklından çıkarmamalıdır. 

Bu yüzden AKP’nin aklını başına devşirip Osmanlıcılık hayalinden vazgeçmesi gerekir. Zira Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma ihtimali çok yüksektir.

Bölge yeniden tasarlanırken Türkiye’nin yapması gereken, sınırları içinde güçlü ve barış içinde yaşayabileceği formülleri üretmek olmalıdır.

İşte bu aşamada ülkemizde sonuçlanmak üzere olan barış görüşmeleri devreye giriyor.

PKK kongresini topladı, herkes fesih ve silahların bırakılacağı kararı beklerken açıklamadaki “Öcalan serbest kalana kadar mücadeleyi yükseltme çağrısı” dikkat çekti.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a silah bırakma için bir süre daha bekleneceğini söyledi.

En baştan beri barış açılımıyla ilgili pazarlık olmadığı söyleniyor. Pazarlık yok açıklamaları aklıma bir olayı getirdi.

AKP, 1 Mart tezkeresi öncesinde de kamuoyuna “bu konuyu pazarlık meselesi yapmayacaklarını” açıklamıştı. Tezkere reddedilince Amerikan yetkilileri şu açıklamayı yaptı: “Bizimle at pazarlığı yaptılar.”

Şimdiki pazarlığa ne ad verilir bilinmez. Ancak büyük bir pazarlığın döndüğü gün gibi ortada.

PKK ve DEM açısından Öcalan’ın serbest kalması, anayasal ve yasal taleplerin karşılanması olmazsa olmaz şart. Anayasa ve yasalarda değişiklik talepleri AKP’ye iletildi. Pervin Buldan bir konuşmasında şartlara, Kandil’deki Murat Karayılan, Cemil Bayık gibi PKK’nın lider kadrosunun Türkiye’ye gelerek siyaset yapmasını da ekledi.

AKP ise batmakta olan gemiyi kurtarma derdinde. Erdoğan’ın ömür boyu seçilmesini sağlayacak değişikliği, Kürtlerin taleplerine monte etme derdinde.

Yani gelinen noktada barışın önünde en büyük iki engel durmaktadır: Erdoğan’ın ve APO’nun kurtuluşu.

AKP, Öcalan’ın kurtuluşunu tabanına hazmettirmeye, DEM ise Erdoğan’ın kurtuluşunu tabanına hazmettirmeye çalışmaktadır. 

PKK’nın silah bırakma ve fesih kararını açıklamak yerine APO serbest kalıncaya kadar mücadeleyi yükseltme çağrısında bulunmasının başka izahı yoktur.

Pazarlık tamamlanıncaya kadar fesih ve silah bırakma kararı ilan edilmeyeceği artık belli olmuştur. Çözümün başka bahara kaldığını söylemek için henüz erken olmasına rağmen, barışın iki kişinin istikbalinde kilitlendiği artık net olarak görülebiliyor.

Çatışma ortamının ilanihaye sürmesi mantıklı bir çözüm olamaz. Ancak bunun sağlam zeminde ve şartlarda yapılması gerekir. Bir veya iki kişinin çıkarı üzerinden kurulacak barış sağlıklı ve kalıcı olmaz. Her iki tarafın da tabana hazmedemeyeceği çözümü dayatması daha baştan sakat doğmasına neden olacaktır.

 Türkler ve Kürtler artık bütünleşmiş bir toplumdur, neredeyse her ailede akrabalıklar oluşmuştur, düşmanlık değil kardeşlik hukukunun geliştirilmesi gerekir. Kürtler ülkeyi bölecek kışkırtmasıyla barışa karşı çıkmak bölünmeye hizmet etmekten ve hızlandırmaktan başka işe yaramaz.

Toplumun yarısına savaş açarak barış getirilemez.

Beklenen sadece barışın değil, yanı sıra toplumsal uzlaşma ve bütünleşmenin sağlanmasıdır. Yeni çözüm süreci ile eş zamanlı olarak ana muhalefet partisinin cumhurbaşkanı adayı rehin alınmıştır.

AKP ve MHP’nin diğer amacı, toplumsal ayrışmayı derinleştirmektir. Bunu sağlamış ve büyük ölçüde başarıya ulaşmış görünüyorlar. PKK ile barışırken CHP ile savaşı sürdürme kararlılığından bir adım bile geri adım atma niyetinde olmadıkları anlaşılıyor.

Görünen o ki barış açılımından CHP’nin payına düşen, birkaç belediyedeki kayyum atamasının iptali ve Ekrem İmamoğlu hakkında açılan terör soruşturmasının kaldırılması olacak.

Bunun dışında toplumun yarısı, 19 Mart darbesiyle şirazesi iyice kaçmış olan faşist cuntanın baskısı altında yaşamaya devam edecek. Demokratik hak arayışındaki gençlere polis şiddeti, gözaltı, tutuklamalar sürecek. Ana muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu cezaevinde tutulacak ve her gün bir iş adamı ve bürokratın direnci kırılarak itirafçı yapılmaya çalışılacak.

AKP açısından iktidarda kalma bir ölüm kalım meselesi haline geldiği için Kürtler taleplerini kabul ettirebilmeleri bakımından en uygun ortamı yakaladıkları düşüncesinde olabilir.

Ancak birlikte yaşama iddiasında samimi iseler, çocuklarımızı hatta torunlarımızı bile karanlığa mahkûm edecek seçeneklere onay verilmemelidir. Aksi, “biz başımızın çaresine bakacağız, siz karanlığınızda boğulun” anlamına gelir.

Tablo netleştiği zaman, yani kimin neyi alıp kime ne verdiği ortaya çıktığı zaman aklı selim Kürt demokratların da suskun kalmayacağını umuyorum.

Barış aceleye getirilmemeli doğru zaman ve zeminde toplumsal uzlaşmanın en yüksek olduğu dönemde gerçekleştirilmelidir.

Böyle dönemler sapla saman birbirine karışır. Sınırlar ve saflar keskinleşir, ortada durmak mümkün olmaz. Üç düşünüp bir söyleme zamanlarıdır.

Faşistlerin ne dediği ve ne istediği ortada.

O yüzden PKK ve Kürt demokratik hareketi Marksizm’i temel aldığı için komünistlerin ne dediğine bakalım. Elbette bütün solcuların aynı düşünmesini bekleyemeyiz. Ancak sanki bana başlangıçta verilen açık kredi giderek azalıyor gibi geldi.

Sol Parti’den Alper Taş, toplumun yarısıyla savaş halinde yapılacak barışın sağlıklı olamayacağını ve toplumun bütününü kapsayacak bir demokratikleşmenin gerekliliğini net olarak söylüyor. Demokratikleşme olacaksa bunun toplumun tamamını kapsaması gerektiğini savunuyor. 

Türkiye Komünist Partisi Lideri Kemal Okuyan’ın sözleri daha da ilginç. Türkiye’de 10 yıl önce karşı devrim sürecinin başladığını ve kesintisiz bir karanlık olduğunu söylüyor. Cumhuriyete yönelik ağır bir saldırı başladığını ve devam ettiğini belirten Okuyan 100 yıl önceki bakış açılarının değiştiğini vurgulayarak şöyle diyor:

“Bize göre 1923’te kurulan cumhuriyeti ortadan kaldırdılar, yerine yeni bir şey koymaya çalışıyorlar. Cumhuriyet insanlık için bir kazanımdır. Bu ABD için de Fransa için de Türkiye için de geçerli. Cumhuriyet değerli bir olgu. Şimdi elden gidiyor veya başkalaşıyor, dünyada böyle bir eğilim var. Cumhuriyet bizim mücadelemiz, sosyalist anlamda bir cumhuriyet ama yine de cumhuriyet. Bunu kuracaksak, geçmişte hangi kazanımlar varsa oradan ileriye doğru feyz alacağız. Çünkü onlar bu topraklarda yaşanmış olgular. Bu kadar ağır tahribat olmasına rağmen Türkiye toplumunun dinamik ve geleceğe dair umut bağlamamız gereken bir kesiminde, muazzam bir enerji yaratıyor. Bu enerjiyi değerlendirmek istiyorsanız cumhuriyet çok iyi bir referans noktası.”

Kemal Okuyan’ın yazdığı Cumhuriyet ve Komünizm kitabı üzerine söyleşisi iki hafta önce yapılmış. Detaylarını öğrenmek isteyen tamamını izleyebilir. Söyleşiden aktaracağım başka bir bölüm daha var:

“Bize düşen şu: Cumhuriyet bu açıdan daha da önem kazanıyor. Bize göre, partimize göre sınırların değişmesinin engellenmesi lazım. Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra sınırları değiştirmeye yönelik bir çaba var. Bu bir başladı mı savaşlardan kurtulamayız. Muazzam bir yıkıma uğrar insanlık. Şu anda emekçilerin hiçbir kazanımı kalmadı diyoruz, daha da beter hale geliriz. Oraya gider bu iş. O yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin dışında bir de sınırlarını savunmak zorundayız.

Türkiye’yi genişleyerek ya da daraltarak, bizim deyimimizle sınırları gevşeterek büyük bir maceraya sokarız. Bu süreç rekabeti çok keskin bir bölgede olduğumuz için büyük güçlerle sert rekabet savaş demektir. Türkiye’nin buna gücü yok. Ek olarak bir güvenlik riskidir bu. İşin ahlaki boyutu, kültürel boyutu, siyasi boyutu, bir de güvenlik boyutu var. Türkiye bu karmaşada, genişleyeceğim hayaliyle hareket edenler yüzünden büyük bir yıkıma, parçalanmaya ya da küçülmeye gidebilir. Türkiye’de milliyetçi çevrelerin bir bölünme paranoyası vardı. Şimdi milliyetçi kesimleri de içine alan Osmanlıcı, yeni ittihatçı bir genişleriz belki diye bir fırsat yaratmaya çalışıyorlar. Bu son derece tehlikeli. Birkaç ülke şimdilik bundan azadedir.”