Fazıl Say’ın 48 saat önceki İdil paylaşımı ve iskelet gazeteci

Ertuğrul Özkök

Fazıl Say bugün Japonya’nın Ishikawa şehrinde bir konser veriyor.

Şef Junichi Hirokami’nin yönettiği Kanavawa Ensamblesi Orkestrası eşliğinde çalacak...

Japonya turnesinin afişlerini Brooklyn’li sanatçı Alan Kahlo yapmış.

Bugüne kadar gördüğü, gittiği ülkenin karakterini bu kadar güzel yansıtan ve bu kadar sempatik bir konser afişini görmedim Fazıl Say’ın.

Bir Sakura çiçeği kadar güzel.

Dönüşünde Fazıl’dan imzalı bir kopyasını isteyeceğim.

Fasıl Say’ın Ahmet Çakar’a imalı “İdil” göndermesi

Fazıl bu konsere çıkmadan 48 saat önce öyle bir paylaşım yaptı ki beni şaşırttı.

Türkiye Güzeli tartışmasında çok açık bir dille İdil Bilgen’e destek verdi.

Üstelik bunu yaparken, İdil’e ağır ifadelerle yüklenen spor yorumcusu Ahmet Çakar’a da fena çaktı.

Aynen aktarıyorum:

“Hiç birimizin konusu 85 milyonluk ülkenin en güzeli olamaz, çünkü güzellik göreceli bir şey. Yukardaki fotoğrafta olduğu gibi medyaya servis edilen kötü fotoğrafın vasat bir hakem ve canlı yayınlarda pot kırma rekorcusu Ahmet Çakar’ı bile güzellikte umutlandıran sonuçları gibi…”

Biraz şifreli bir cümle. Umarım Ahmet Çakar doğru anlar.


İdil Bilgen

Böyle bir tartışmanın ortasında çok ilginç bir Disney belgeseli

İşte Türkiye’de başlayan böyle bir tartışmanın tam ortasında Disney Plus çok ilginç bir belgeseli yayına soktu.

Adı “In Vogue: 90’lar…”

Adından da anlaşılacağı gibi 90’lı yıllarda ünlü moda dergisi “Vogue’da” yaşanan değişimleri ve aynı yıllarda “fashion dünyasındaki” köklü değişimi anlatıyor.

Yakın kültür tarihi bugüne kadar daha çok 60’lar üzerinde yoğunlaştı.  Ama son zamanlarda 80’ler ve asıl olarak da 90’larda yaşanan muazzam kültürel değişimin önemi anlaşılmaya başlandı.

Belgesel işte bu yılların başında bir İngiliz kadın gazetecinin New York’un popüler kültür ve moda alanındaki en kurumsal dergilerinden birinin başına getirilişiyle başlıyor.

Moda ve medya dünyasında Anna Vintour dönemi

İngiliz gazetecinin adı Anna Vintour

Moda dünyasının kanun koyucu dergisi Vogue’un başına yayıncı olarak getirildi.

Aynı yıllarda ben de Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni olmuştum ve Vogue’daki bu değişimi yakından izliyordum.

90’lar medyada yepyeni bir zihniyetin doğduğu yıllardı ve bu önce dergilerde başlamıştı.

İlk devrim: Madonna Vogue dergisinin kapağına giriyor

Anna Vintour’un ilk işi kapak konseptini değiştirmek oldu.

O güne kadar sadece, “dönemin güzel kabul ettiği” makyajlı, estetikli model yüzleri kapağa konuyordu.

Anna Vintour, “Genç insana daha çok seslenecek, daha özgür, daha pop kapakları istiyorum” dedi.

Madonna işte böyle kapak oldu Vogue’a…

Hem de onu seven gençlerin de hiç görmediği çok tabii fotoğraflarıyla…

Gwyneth Paltrow’un Brad Pitt’in öpüşürken çekilmiş çok doğal ve günlük elbiseler içindeki boy fotoğrafı da böyle kapağa girdi.

Ama asıl devrim daha sonra gelecekti.

Anna Vintour

Süper modellerin altın yılları ve güzellik ölçüleri

Dönem bugünkü anlamda süper top modellerin yükseliş dönemiydi.

Naomi Campbell, Christy Turlington, Cindy Crawford, Linda Evangelista, Claudia Schiffer, Helena Christensen, Tyra Banks, Carla Bruni, Eva Herzigova

Her biri bugün İdil Bilgen’e dümdüz gidenlerin “Evet, güzel işte o” diyeceği ölçülerde güzel kadınlardı.

Yaşça uygun olanlarınız o günleri çok iyi hatırlar.

Moda dergilerinin kapakları onun tekelindeydi.

Çünkü güzellik oydu.

İngiltere’de küçük bir derginin kapağındaki buruşuk suratlı kız

Sonra 90’ların ortalarına doğru İngiltere’de, “Face” adlı küçük bir moda dergisinin kapağında genç bir kızın fotoğrafı çıktı.

Oransız göz yapısı, resmen kırışmış bir burun.

Bacakları sıska, araları açık ve biraz da çarpık.

Göğüs ve büst, Vogue gibi bir derginin kapağına, küçük bir pul olamayacak kadar uzak o günün müesses güzellik nizamından.

O kapak Anna Vintour’un yazı işlerinde bile “Bu ne ya” diye karşılandı.

Bir nevi İngiliz modası Şabaniyesi

Bugün İdil’e saldıranların lafı ile o da “Vogue” yönetiminin gözünde bir “Şabaniye”di.

Ancak New York’ta herkes Vogue yazı işleri ile aynı fikirde değildi, onu fark edenler de vardı.

Bunlardan biri, o günlerde köklü bir değişim arayan Calvin Klein’dı…

Kısa süre sonra New York’un sokaklarında ve dergilerin kapağında onun Mark Wahlberg’le birlikte fotoğrafları vardı ve herkes bunu tartışıyordu.

Modanın o günkü müesses nizamı hiç sevmemişti bu kızı.

Vogue ve öteki dergiler uzun süre reddetti.

Dönemin top modelleri uzun süre dudak büktü, burun kıvırdı.


Kate Moss

Külotlu ve düşük blucin’li kız, Linda Evangelista’nın saçını değiştiriyor

Ancak pop kültürün devrimci kanunları işlemeye başlamıştı.

Sokak modası, Calvin Klein’in külot ve düşük bel blujean’i giyen Kate Moss’la, burnundan kıl aldırmayan moda devlerinin kapısını tekmeleyip girmişti.

Çok değil 6 ay sonra bütün dünya moda kulvarlarında, dergilerinde inanılmaz bir Kate Moss fırtınası esmeye başlamıştı.

O çarpık bacaklı kız modelliğin ve güzelliğin kanunlarını yeniden yazıyordu.

Bir süre sonra dönemin en ünlü top modelleri onu taklit etmeye başlamıştı.

Önce saçlar onun gibi kesildi.

Sonra günlük hayatta giydikleri kıyafetler.

Moda buradan Hollywood’a girdi.

Ve bu kanunları, o gün bazılarının “Şabaniye” benzeri hakaretlerle aşağıladığı çarpık bacaklı, İngiliz sokak aksanıyla konuşan bir kız yapmıştı.

Central Saint Martin’in işçi sınıfı çocukları geliyor

Açılan yol modanın yerleşik krallarını da tek tek devirmeye başladı.

Londra’daki Central Saint Martin Okulu’nun işçi sınıfından gelen dâhi çocukları Paris’in belirlediği modayı alt üst etti.

Alexander McQueen’in, müesses nizam moda devlerinin tüylerini diken diken eden radikal podyumu aldı başını gitti.

O kapıdan John Galliano girdi.

Bir süre sonra McQueen, Paris’in en köklü markalarından Givenchy’nin baş tasarımcısıydı.

Galliano ise daha büyüğüne, Dior’un başına geçiyordu.

1960’larda bir Punk dükkanında başlayan Vivienne Westwood, Post Punk’ın moda kanunlarını da yazıyordu.

Dante şovunda VIP davetliler arasında oturan bir iskelet

Dönemin modacıları önceleri bu değişimi hiç sevmedi.

Dönemin yerleşik nizam gazetecileri ne Alexander McQueen’i ne Galliano’yu içlerine sindirdi.

Onlar ise henüz 90 zihniyet devrimini anlamamış, ayak uyduramamış bu moda yazarlarını öyle güzel ti’ye aldılar ki…

Bunun en güzel örneklerinden biri Alexander McQueen’in 1996 yılındaki fashion şovuydu.

Şovun adı “Dante”ydi ve moda tarihine giren bir gösteriydi.

İskelet arkadaş; babam tornacı olmamı istiyordu, ben terzi oldum

Geleneksel moda şovlarında podyumun iki kenarındaki birinci sıralar tam anlamıyla birer VIP protokolüydü…

Orada ancak en zengin alıcılar, en etkili ve büyük medyanın en üst gazetecileri ve ünlüler otururdu.

Ancak Dante şovunda bu güçlü “nomenklatura”nın arasında çok tuhaf bir misafir daha oturuyordu.

Bir iskelet…

Hiçbir gazeteci McQueen’e “Bununla neyi kastettin?” diye sormadı.

Çünkü hepsi biliyordu ki, orada oturan iskelet bir gazeteciydi…

O iskelet gazetecilere sanki şunu söylüyordu:

“Babam tornacı olmamı istiyordu, ben terzi oldum…”

Yazık çok genç yaşta öldü…


Alexander McQueen

Louis Vuitton’un efsane 2008 koleksiyonunu yapan genç

Bu devrim İngiltere’de başlamıştı.

Pop kültürün modayı fethiydi bu olay.

60’ların Brit pop, yani müzik devrimi 90’larda modayla yeni bir aşamaya giriyordu.

Amerika Birleşik Devletleri’nde ise Kate Moss’un yeni estetiğinin ne anlama geldiğini çok iyi bilen bir genç vardı.

Marc Jacobs

Onun yolu 2000’lerde Paris’e uzanacaktı, lüksün en büyüğünün, Louis Vuitton’un başına geçecekti.

Louis Vuitton onunla birlikte kadın giyiminde de adını Dior, Chanel, Saint Lauren’ler arasına yazdıracaktı.

Onun 2008 koleksiyonu modanın tarihine girecek ve sonunda Louvre’da bir sergiyle sonuçlanacaktı.

Alexander McQueen’in ölümünden sonra New York MET’te açılan sergisini 650 bin kişi gezecekti.

Marc Jacobs’un bugünkü iktidarların kulağına küpe olacak bir cümlesi

Disney Plus’ın harika belgeselini, Marc Jacobs’un şu cümlesi ile bitireceğim.

“Dünyada hiçbir güç zamanı gelmiş bir düşünceyi durduramaz…”

Hele hele iskelet siyasetçiler, iskelet iktidarlar ve tabii ki iskelet gazeteciler….

Hele onlar hiç durduramaz…

İdil Bilgen güzel mi, değil mi; sıfır beden iyi mi kötü mü

İdil Bilgen güzel miydi, değil miydi hiç önemi yok.

Önemli olan, bugün güzel diye bildiğimiz ölçülerin değişebileceğini görebilmektir…

Ve son bir nokta…

Kate Moss’la başlayan o dönem sonradan büyük bir sıfır beden tartışmasına döndü.

Kendi payıma sıfır bedeni güzel bulmuyorum.

Benim güzel dediğim bazı kadınları çevremdeki insanlar çok kilolu buluyor.

Sıfır bedeni beğenmiyorum ama bir gün bile çıkıp o modeller için “Çiroz Şabaniye” gibi lakaplar takmadım, hakaret etmedim.

Güzel bulanları da ne eleştirdim ne hakaret ettim.

Sadece kendi güzellik ve beğeni anlayışıma uymadığı söyledim.

Ve Kate Moss’la başlayan sokak modasını ve Grunge’u da çok sevdim.

Oysa birçok insan hiç beğenmedi…

Yani 21’inci yüzyılda yeni güzellik anlayışını daha epey tartışacağız.

Böyle bir günde Fazıl Say’ın konser afişi bana çok iyi geldi.