Önceleri de öyleydi ama özellikle, son 6 ayda Türk lirası pul olup, zamlar pazarı işgal edeli beri, BiRiSiNiN her akşam inatla yinelediği "ezberini" dinlerken, aklımdan hep, Nobel edebiyat ödüllü Elfriede Jelineki’n "yalan gerçeğin önünde" deyişi geçiyor.
Üstelik "yalan", seçilmişlerle yönetilen hiç bir ülkede, benim ülkemdeki kadar, lider geçinen birisinin ağzında sakız olmamıştı.
"Eğer bir yalanı yeterince uzun, yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır-Adolf Hitler". Führer bu sözü söylerken, kitlelerin ezelden beri içinden atamadığı en büyük günahını sinsice görmüştü:
Acı gerçek o ki; Kitle psikolojisi, kan ve can alan acılar karsısında bile çoğu zaman, hukuk dışı uygulamaları ve hatta devlet adına şiddet kullanımını alkışlamıştır.
Oy hesabı yapan çirkin politikacı da, kitlenin bu heyecanını ve duyarlılığını hep kullanmıştır. Bu yola giren politikacının en büyük silahı da "yalandır". Çünkü yazarın dediği gibi, yalan hep gerçeğin önündedir.
Politikacının oy kaygısıyla yalana kapılması, toplumu her zaman geri götürmüştür. Tarihte örnekleri görüldüğü gibi, bu tutum kitlesel bir yankı bulduğunda, en demokrat ülkeleri bile etkisi altına alabilmiştir.
Küresel sermayenin dünyayı ele geçirmesi sonucu, bağımlı duruma getirdikleri bizim gibi ülkelerde, bir avuç zengin karşısında gittikçe yoksullaşan kitleye yönelik medya baskısı, bütünüyle yalan propagandası ile yürütülmektedir.
Yine bizde olduğu gibi ekonomik çıkmazda olan ülkelerin dış ilişkilerinde de çoğunlukla tarihi saptırma yalanlarına dayalı aşırı milliyetçi söylem, kitlelerin en hassas damarlarına işleyebilmektedir.
Milliyetçi sosyalist Hitler ile faşist Mussoli’nin dünya’yı kana bulayan ve milyonlarca insan canına mal olan politikalarına Alman ve İtalyan halkları coşkuyla güç vermiştir. 1950'lerde ABD'deki Mc-Carthizm'in, 1990’larda Bosna-Hersek’te Sırp Partizanların soykırım bayrağını, milyonlar sırıtarak omuzlamıştır.
Kitlelerin bu psiko-sosyal yapısını, bir anlamda ortak kitle ruhunu irdeleyen bilimsel araştırmalar, halkların din, mezhep ve etnik duygusallıklarının, çoğu zaman önüne geçilmez birikimlere ulaştığını göstermiştir.
Türkiye'nin içinde ve sınır komşularında halen hüküm süren bu gerçek, 1. Dünya Savaşından bu yana, Bölge'de hesabı olan dış güçlerin çıkarlarını ve paylaşımlarını pekiştirecek silahlı yığınak yapma fırsatına dönüşmüştür.
Bu durumdan, örtülü işbirliği yapan yönetimlerin ve yandaşlarının servet birikimleri belgelendiği halde yine yalan bulutlarıyla estirilen rüzgârlar, kitlelerin arkasını dönmesine neden olmaktadır.
Öte yandan, başta kalabilmek için kamusal ahlak, kural, görgü-bilgi-birikim tanımayan ve hukuk dışı yollara sapan politikacıların, kışkırtıcı söz ve eylemleriyle halkı ayrışmaya götürmek istediği de çok açıktır.
Oysa dünyanın neresinde din, mezhep ve etnik istismar ve çatışma gerçekleşmiş ve varsa, onun karşısında olması gereken devletin ve toplumun duruşu insani, ahlaki ve hukuk içinde kalmak olmalıydı ve olmalıdır.
Anadolu'nun bin yıllık tarihi, her türlü iç çatışmanın ve çekişmenin içinden geliyor. Öyle olmasına karsın 21.yüz yılın başına dek, Türkiye Cumhuriyetini yönetenler, cumhuriyetin "Yurtta ve Dünyada Barış" politikasından hiç ödün vermediler. Devleti yönetenler, halkı "şiddetin kitle ruhuna" asla teslim etmediler.
Bu günküler unutturmaya çalışsa da, demokrasimiz ve kalkınmamızdaki payı yadsınamaz olan halkın tümünün Partisiz Cumhurbaşkanı S. Demirel İslamköy’de adına yapılan anıt müzeyi açarken şunu söylemişti: "Atatürk bizim her şeyimizdir. Onu unuttuğumuzda her şeyi kaybederiz". Bu sözün muhatabının, Partili Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan olduğundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!