Yerli ve yabancı ünlü tarihçiler Osmanlı’nın, tarihin en güçlü İmparatorluklarından birini kurabilmesinin ve 600 yıl sürdürebilmesinin ilk nedenini, Birinci Murad’dan itibaren, daha şehzade iken Padişahların, “Şarkın, Emiri değil, Garbın Hükümdarı olmak” inanç ve kararlılığına, bağlarlar.
Padişah İkinci Mahmut’un, Tanzimat Fermanıyla başlayan yenileşme hareketinin hedefi de, İmparatorluğun eğitim ve sanayide Avrupa ile açılan arayı kapatmaktı. Cumhuriyet döneminde de amaçları, hedefleri, araçları yani politikaları ayrı olsa da 2002 seçimi öncesi hükümet eden bütün partilerin siyasi çizgisi, Tanzimat sonrası Osmanlı gibi hep Batıya dönük oldu.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kurucuları, 2002 ilk seçimlerinde ABD ve AB’nin (Batının) destek ve yardımını almak için Beyaz Saray ve Strazburg ziyaretlerini de kapsayan yoğun bir uyuşma ve uzlaşma görüşmeleri yaptılar. Ne zamanki 2007 seçiminden sonra kendilerini sandıkta sağlama aldılar, özellikle Başbakan R.T. Erdoğan’ın yaptığı konuşmalarda görüldü ki AKP, Türkiye Cumhuriyetinin yönünü, Batı’dan Doğu’ya daha doğrusu Ortadoğu’ya döndürmek için yola çıkmış.
O nedenle de Başbakanken R.T. Erdoğan, Ergenekon tasfiyesiyle vesayeti (devleti) tek başına eline geçirdikten sonra, bu hedefini her masada açıkça söyler oldu. Hem de, halkın duygusal özünü kabartırcasına bir cesaret gösterisine dönüştürerek.
Aslında, iktidarı ele geçirdikleri ilk günden beri, “Bati Taklitçiliği” suçlamasıyla, Batı’nın çağdaş uygarlık değerlerini, halkın inanç, kültür ve yaşam değerlerine karşıymış algısı yaratarak, seçmeni (oy sandığını) istismar ettiler. Daha ilk yıllarında, “demokrasi bizim için amaç değil, hedefimiz yolunda araçtır” derken, bilerek bütün hesaplarını Doğu’ya, daha doğrusu Arap Emirlerine göre yaptılar. O nedenle yine, tarih boyu Osmanlı’yı arkadan vuranların Onlar (Arap Emirler) olduğunu bildikleri halde, “Yeni Osmanlılık” sevdasıyla, “Batı’nın Hükümdarı” değil, “Doğu’nun Emiri” olmayı, kin ve inatla yeğlediler. Ama bilmedikleri ya da bilip te göze aldıkları bir gerçek vardı: O “Emirler” halklarının değil, “Sömürgen Batın’ın Emri” altındaydılar.
Oldular mı? Oldular ama “Doğunun Emiri” değil, Katar Emirliğine bağlı “İstanbul ve Havalisi Eyalet Beylerbeyi” olabildiler ancak. O da devletin, milletin tapularının devri karşılığında… Sınıf arkadaşım Prof. Erol Manisalı geçen hafta yazısında Katar gerçeğini şöyle açıklıyordu: “Katar enerji okyanusunda ABD ve İngiltere’nin bir piyonu, bir aile şirketi. Ve koskoca Türkiye Cumhuriyeti, “Katarcığın” fiili bir stratejik ortağı! “Katarcık” üzerinden, Londra piyasası ve Pentagon ile stratejik ortaklık(!) kurmuşuz da haberimiz yok, galiba...”
Buradan açıkça şunu görmemiz gerekir; Batı ile ilişkilerimizin patronu ABD olduğuna göre, düne kadar Başkan Donald Trump’la ağız dalaşı yaparken, el altından ABD ile stratejik ortaklığımızın faturasını ödemeye devam ettik.
Lafla “vaziyeti(!)” idare edemeyeceğimizi görünce de, yeni Başkan Joe Biden’la uygarca ve devlet başkanlığına yakışır ve güven veren bir stratejik ortaklığın gereklerini herkesten önce yapmaya zorlandık.
Acilen Merkez Bankası Başkanının yenilenmesi, Hazine Bakanı Damadın yerine Başkan Biden’ın üniversite arkadaşının Bakan yapılması, yine ABD’de eğitim görmüş ve Avrupa Konseyi Türkiye Delegasyon Başkanını Washington’a Büyük Elçi atanması ve devamı gelecek adımlar, her bakımdan ülkeyi getirdikleri çıkmazdan çıkarma telaşının işaretleridir.
İçerde dışarda her kürsüde düne kadar unuttukları Mustafa Kemal Atatürk’ü dillerinden düşürmediklerine göre umarız “DERSLERİNİ SÖZDE DEĞİL GERÇEKTEN ALMIŞLARDIR”!
Erol ÇEVİKÇE