Ne Yaparsa Yapsın, GİDECEK

Erol Çevikçe

 

Ekonomi okuduğumdan değil, 1973’den beri politikadaki gördüklerimden dolayı, içerde de dışarda da olayların arkasındaki asıl nedenin hep ekonomik olduğu gerçeğini yaşayarak görmüş oldum.

Zaten, küresel sermayenin patronları da, bu gerçeği yani başta enerji ve doğal kaynaklar olmak üzere ekonomik değerleri kontrollerinde tutmanın peşinde olduklarını, son Ukrayna-Rusya krizinde olduğu gibi hiçbir zaman saklamadılar.

Bu yazımda sabrınızı zorlama pahasına, Türkiye’mizin somutunda, bu gerçeği kısa bir belgesel gibi anımsatmak istiyorum. 1950 sonrasına göz atmanın yeterli olacağını düşündüm;

İçinde olduğumuz bizim kuşak, 27 Mayıs 1960 askerî müdahaleye “darbe” demedik, “devrim” dedik. Çünkü harekâtın Demokrat Parti (DP) Hükümetinin, insan hakları ve özgürlükleri kısıtlayan ve hukuku çiğneyen partizanlığını durduracağına inanmıştık.

Oysa yüzeyde gözüken politik çatışmanın arkasında, DP’nin küçük Amerika olmak için, 1958 devalüasyonuyla TL’nin değerinin bir gecede üç kat düşürülmesi ile belgelenen enflasyonist politika olduğu yadsınamaz bir gerçekti.

1965 seçimi sonrası yıllara, artan fiyatlar ve gelir dağılımındaki derinleşen uçurum damga vurdu. 12 Mart 1971 dolaylı darbe öncesi Adalet Parti Hükümetinin, kamu harcamalarının hesapsız artması yüzünden başvurduğu açık finansman (özerk olmayan Merkez Bankasına karşılıksız para bastırılması) sonucu yine 1970 devalüasyonu ile TL mislince artarak 14,80 oldu. 

Dolar karşısında TL’nin 70 lira olduğu devalüasyonu içeren 24 Ocak 1980 kararları, kapitalizm yolunda hızlı liberalleşmeydi. 12 Eylül darbesiyle bu kararları yazan Turgut Özal IMF’in vekilharcı (kesedarı) gibi başlattığı özelleştirme, sendikasızlaştırma ve küresel sermayenin yerli ortaklarını finanse etme politikası, sonunda ülkeyi Tansu Çiller Hükümetinin zorlandığı yüzde yüzlük devalüasyonla karşı karşıya getirdi.

Ancak, özellikle küresel sermayenin yüksek iç faizi kullanarak sağladığı rantın (dış borcumuz) düzeyi sonunda ülke tarihinin en derin mali çöküntüsünü yaşadı. 2001 krizi olmasaydı ne 2003 erken seçimi ne de AKP’nin hala süren tek başına iktidarı olurdu.

2006’ya kadar IMF’in kemer sıkan programlarıyla AKP Hükümeti, halkın aş ve iş sıkıntısını gündem dışında tutmayı başarırken, özellikle AB üyeliğine meraklı(!) demokrat geçinen çevrenin ve medyanın desteğini kullandı.

2007 seçiminden sonra başta bütçe, devlet bankaları ve asker-sivil bürokrasi olmak üzere kamusal kaynaklar, Hizmet Hareketinin isteklerine göre yönlendirildi. Öylece, üretken sektörlerin gereksinimi olan, mali yapısal değişim ve yatırım eğilimi durdu.

2008’de Başbakan iken R.T. Erdoğan’ın, “bizi teğet geçti” dediği dünya ekonomik krizi, bir dönem gecikerek sandığa yansıdı. 2015 seçiminde AKP’nin tek başına iktidar olamamasının nedeni, çözüm sürecine tepki değil, halkın içine düştüğü aş-iş bunalımıydı.

O seçimden sonra artık hızla artan işsizlik ve tırmanan enflasyon yüzünden seçmendeki soğukluğu ve uzaklaşmayı gören AKP Genel Başkanı çareyi, halkın milli ve dinî damarlarını iğneleyen yoğun propaganda ile gerçek derdi aş-iş gündemini saptırmakta ve karartmakta aradı.

İşte AK Sarayın 2019 yerel seçiminde bütün büyük şehirleri yitirmesindeki asıl neden seçmendeki bu aş-iş derdi birikimidir.

2018’den sonra anayasal olarak Tek Adamlığını ilan eden ve “İstanbul’u kaybedersem bütün Türkiye’yi kaybederim “ diyen R.T. Erdoğan için özellikle, hem de hukuksuz 2.kez tekrarlattığı ve farkın 13 Binden 800 Bine çıktığı 2019 Büyük Şehir Belediye Başkanlığını seçimi, kendi sonunun başlangıcı oldu.

“Sadece sandık” dediği demokrasiden umudunu yitirince Partili (AKP’li) Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, başta yasama ve yürütme (TBMM Hükümeti) olmak üzere, yargı ve medya-kamuoyu-STK’lar, bütünüyle demokratik kurum ve kuruluşları AK Saray’ın kontrolüne alarak kalıcı olacağına inandı-inandırıldı!

2022 yılına ülke, (resmen devalüasyon yapılmasa da) TL’si pul olmuş, hazinesi bomboş, sanayide üretim nerdeyse durmuş, üretici de tüketici de (halk) artan fiyatlardan bitkin girdi.

Tanzimat’tan bu yana devlet geleneği ve çoğu ileri ülkeleri kıskandıran iç ve dış yönetim deneyimi olan ülke, kural ve kurumlarından yoksun, bir Tek Adamın günlük değişen (deneme-yanılma) kararlarıyla bocalar durumda.

O kadar ki, hukuku içinde ve yerleşmiş kurallarla demokratik bir seçim yapmamanın yollarını bulmak için 3. Kez Bekir Bozdağ’a bel bağlamış gözüküyor.

Ben yine yazımı, bildiğim ve inandığım gibi bağlayacağım;  Anadolu ve Trakya halkının anlayamadığı yalın ve asil bir gerçeği vardır. Nasıl ki halkımız, filoları boğaza demir attığında sömürgenlere “geldiğiniz gibi gideceksiniz” dediyse, “demokrasi sadece sandıktır” diyerek gelen Tek Adama da “geldiğin gibi gideceksin” diyecektir.