Tek Adam’ın en büyük özelliği, kitle ile arasında bireysel özelliklerine bağlı duygusal bir bağ kurabilmesidir. Ben buna “damardan girmek” diyorum.
Recep Tayyip Erdoğan: “Gelin hanıma memleketim Rize’de görüldüğü gibi gayet güzel bir ders veriliyor… Daha neler olacak neler... Bunlar iyi günler” derken işte yalnız memleketi Rizelilerin değil, tüm Karadenizlilerin en hassa sinirlerini tahrik ediyor (adeta damarlarına uyarıcı iğne yapıyor).
Tek Adam başlangıçta partisinin ilke, amaç ve hedefleri için oyunu aldığı seçmeni, zamanla kişisel hedefleri yolunda güç aldığı, partizan bir kitle haline getirir.
Aslında (özünde), halkın özgür iradesiyle kendi yönetimini belirlediği demokrasi, politikacı için amaç olarak doğdu. Ama bir politikacı, daha iktidarı ele geçirdiğinin ilk gününde, “demokrasi, benim için hedefe giden yolda araçtır” diyorsa (2004’de Rize’de, R.T.E), onun gerçek amacının, “tek elden ve tek başına iktidarı elde etmek” olduğu, artık tartışılmaz.
Üst üste daha çok oy aldıkça, başarısının partiye değil, “bizzat ve bizatihi şahsına ait” olduğunu dünyaya haykırıyorsa, artık demokratik bir liderlikten dem vurmanın, gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.
Üstelik de, kendinden bir önceki “Cumhurbaşkanı” kader kardeşi, “demokrasi yalnızca sandık değildir” dediğinde azarlayarak, “evet demokrasi yalnızca sandıktır” yanıtını veriyorsa, o ülkede darbelere rağmen yetmiş yıldır demokrasiyi yaşatmaya uğraşan bir halkı, “kul” yerine koyuyor demektir.
Doksan milyonluk bir ülkenin seçmeninin yarısının (nüfusun sadece üçte birinin) sandığa attığı oyla, toplumun temel değerlerini ve ülkenin siyasal, sosyal ve hukuk yapısını, kendi kişisel inanç, düşünce ve istemleri için kökten değiştirmeye kalkışana, Tek Adam demek bile tam tanım olmaz. (Diktatör: Bütün siyasi yetkileri kendinde toplayan kimse -Türk Dil Kurumu-).
Bu tanıma göre, gerçeği görme durumundaysanız, adını “Cumhurun Başı” ya da, “Partili Cumhurbaşkanı” koysanız da, seçimle gelen meclislerin, yargının ve kamusal kurumların ve hatta bağımsız sanılan Merkez Bankasının, üstüne çıkan bir postun, ilahi(!) sahibiyle karşı karşıyasınız demektir.
Sonuçta, bu gün gerçek olan, demokrasinin temeli; başta ülkenin ve devletin yönetimi, yargı ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere her alanda bütünüyle Tek Adamın iki dudağına tâbi bir edilgenlik durumudur.
Bu ülke laik cumhuriyetle yüz yıldır yetiştirdiği genç kuşaklarla, spor, sanat, bilim ve teknoloji dahil, her alanda dünyanın en gelişmiş ülkelerinin insan gücüyle yarışabilmekte ve rekabet edebilmektedir.
Ne var ki, bırakınız demokrasileri dünyanın hiçbir uygar ülkesinde bu gün, “her şeyi sadece ben bilirim” diyen ve “dindar gençlik yetiştirmek” için, cumhuriyet öncesinden beri yani 150 yıldır denenerek çağdaş bir düzeye gelen, sorgulamayı, irdelemeyi ve tartışmayı esas alan eğitim sistemini yok etmeye, sanki yemin etmiş bir politikacı göremezsiniz.
Böyle de…, Bu saptamalarıma, özellikle 12 Eylül 1980 öncesinin, laik demokratik cumhuriyetin soluğunu ciğerlerinde duymuş benim yaşıtlarımın ve son dönem bence azınlıktaki Z Kuşağın ancak, soyut tasası ve kaygısı denebilir.
Çünkü yoksulluk ve hatta açlık sınırındaki (üzerine son beş yılda milyonlara varan borç batağındaki orta nüfusu da koyarsak) büyük çoğunluğun gerçek gündemi, aş ve iş derdidir.
Dahası, 2000’den sonra 2008’de bir kez daha, yatırım ve üretim omurgasını teğet geçen değil, ortasından kıran ekonomik krizi yaşadıktan sonra bu gün içinde bulunduğu sorunlarına karşın, halk hala o günlerin korkusunu aşabilmiş de değil.
Bir yandan “Tek Adama” karşı, yerine gelebileceği güçlü kendinden bir lider (önder) göremediği, bir yandan da düşürüldüğü “borçlu tüketim tuzağı” yüzünden, “alacaklısının O olduğu” korkusuyla, “Tek Adama” oy vermeye mahkûm duruma düşmüş durumda.
Bu durumun suçlusu da, sorumlusu da halk değil. Eninde sonunda yine, bu “Tek Adam’dan” kurtuluşun yolunu elbette bu “Halk” açacaktır. Yakın mı, derseniz? İlk seçim de olmasını umut etmekten başka bir dileğimiz olamaz!