Laik demokratik cumhuriyetin 100. Yılına ilk adımı attık. Kimilerinin “karşı devrim” dediği Dinî Cumhuriyetçilerin 20 yıllık iktidarıyla hesaplaşmaya dönüşen bir seçim yılının da ilk günündeyiz. Dolaysıyla -buraya nasıl ve neden geldik-, kendi bu kısa belgeselimle tarih düşmek istedim:
14 Mayıs 1950’den başlayalım; Çok partili düzene geçtiğimizden bu yana, bazen durulsa da çoklukla kriz düzeyinde seyreden ve giderek ülkemizi içinden çıkılmaz sorunlarla karşı karşıya getiren politik bunalımın arkasında 70 yıllık bir süreç var. Başından beri, kavganın aslî tarafı olan sağ iktidarlar, zaman içinde isim ve kadro değiştirseler de hep aynı ideolojinin (tutucu-sermayeci) temsilcisiydiler.
1950'de seçimi kazanan Demokrat Partinin (DP) arkasında, Aş ve İş derdindeki yoksul yığınların umudu vardı. DP'nin, "Her mahallede bir milyoner yaratma" anlayışıyla uyguladığı Amerikancı politikalar, sonunda ekonomiyi 1958 devalüasyon (Lira'nın, Dolar karşısında değerini düşürmek) batağına sürükledi.
1960'da, iktidar asker eliyle DP'den alındığında, daha da yoksullaşan Anadolu, çareyi sırtında yorganıyla batıya doğru göçte aramaya başladı. 1961'de yapılan seçimde oy çokluğunu yine, (kitabî dille) liberal-kapitalist eğilimli merkez sağ partiler aldı. Kısa süre sonra, ülkenin yönetimi yeniden DP'nin devamı olan Adalet Partisi'nin (AP) eline geçti.
Tek başına hükümet eden AP, "Halk plan değil pilav istiyor" anlayışıyla, planlı kalkınmayı (sanayileşmeyi), devlet destekli özel sektörün eline terk etti. Her mahallede bir milyoner yaratma politikası, yerini hükümet yandaşı holdingler yaratmaya bıraktı.
1970'in başlarına gelindiğinde ekonomimiz, bir kez daha enflâsyon ve artan işsizlikle karşı karşıyaydı. Elbette bedel ödeyenler, her zamanki gibi, çalışanlar ve yoksul kitleler oldu. Gençliğin sokaklara taşan tepkisi, sendikaların desteğiyle doruğa çıktı.
12 Mart 1971 müdahalesinin hedefi, aslında (şapkasını alıp gittiği için korkaklıkla suçlanan) Demirel'in demokrasisi(!) değildi. 12 Martçıların o zaman da "balyoz" adını taktıkları yok etme uygulamalarının hedefinde, halkın ekonomik ve demokratik çıkarlarını savunan solcular vardı.
1973 seçiminde halk, "Toprak işleyenin-Su kullananın" diyen Karaoğlan Bülent Ecevit'e sahip çıktı. Ancak, kapitalist dünyanın yarattığı ilk petrol krizinin faturası, kısa süren sosyal demokrat hükümete kesildi. Milliyetçi Cephe hükümetleriyle daha çok radikalleşen özel sektörcü politikalar, 12 Eylül 1980'e kadar ülkeye hâkim oldu.
12 Eylül 1980 darbesi ile enflasyonun girdabına düşmüş olan ekonomi, Demirel'in sağ kolu ve Erbakan'ın 1973 seçimlerindeki İzmir milletvekili adayı Turgut Özal'a teslim edildi.
1983 seçimleriyle de Özal'ın komutasında 10 yıl sürecek küreselleşen kapitalist ekonomi dönemi başladı. Özeleştirme, sendikasızlaştırma ve sanayinin uluslararası sermayeye devri politikası, bu döneme "küreselleşme" adı altında damgasını vurdu.
1995'te yüzde 20 oyla birinci parti olan Milli Görüşçü Necmettin Erbakan artık başbakandı. Maraş'tan Konya'ya, Kayseri'den Kocaeli'ne kadar tarikatlar destekli yeşil sermaye boy göstermeye başladı.
1999 seçimi sonrası, demokratik solcu Ecevit'in kurduğu merkez sağ koalisyonu, daha yolun başında iç ve dış tuzakları aşamadı ve 2000 krizi patladı.
Koalisyon ortağı MHP'nin baskısıyla iki yıl öne alınan 2002 seçiminde, artık halk çareyi yeni ve genç sandığı Erdoğan'da arıyordu. 2002 seçiminde, %10 baraj dolaysıyla "Demokrasimiz", muhafazakâr liberallerin elinden %34 oy yani toplam oyun üçte birini alan Milli Görüşçü (Adalet ve Kalkınma Partisine (AKP) geçti.
2007'ye gelindiğinde, "değiştim" diyen Başbakan Erdoğan, sözde Avrupa Birliği yolunda ve muasır medeniyet(!) nutuklarıyla, ekonominin yönünü yandaşlarının yararına dönüştürmede eski Sağcı Liderlerden çok daha becerikli çıktı.
Artık, "R. T. Erdoğan Demokrasisi", her alana hâkim olmalıydı. Önünde kim ve hangi kurum engelse, ya ezip ya da atlayıp geçebilirdi. Ne var ki, halk yine asıl derdinin yani Aşının-İşinin peşindeydi. Çiftçi, esnaf, küçük ve orta ölçekli sanayici ve çalışanlar sokaklara döküldü.
Bu kez de, AKP'nin imdadına cumhurbaşkanlığı seçimindeki (CHP’nin de stratejik hatası yüzünden) "27 Nisan E-Muhtırası" yetişti. 2007 seçimine giderken halkın gerçek gündemi olan "Aşın ve İşin" yerini, Çankaya’yı Abdullah Gül’e bırakan, demokratik hakkı yenmiş "Mağdur Erdoğan” yaygarası aldı.
2008 küresel krizinin Türkiye'yi teğet geçmediğini herkesten önce Başbakan R. T. Erdoğan gördü. Öyleyse, 2011 seçimine giderken yaygınlaşan yoksulluğun, yükselen işsizliğin ve artan yolsuzluğun gündemdeki yerini yine "yeni demokrasi-normalleşme" propagandası almalıydı. "Ergenekon" ve "Balyoz" gibi, kurgulandığı sonradan ortaya çıkan dosyaların nedeni çok geç ortaya çıktı. Ama o tuzakların sonucunda gizli devlet vesayeti, AK Sarayın (R.T. Erdoğan’ın) eline geçmiş oldu.
70 yıldır, başındakiler değişse de Türkiye'yi, şapkası aynı (hem de Tek Adam olan) politikacı yönetti. Yine 70 yıldır halkın gerçek gündemi de, yoksulluk, işsizlik ve yolsuzluk oldu. Ve yine her seçim öncesi olduğu gibi, ekonominin kaymağını yiyen, "küresel sermayenin yerli işbirlikçileri" ülkeyi 2011 seçimine de götürmeyi başardı.
2016 Nisanında yüzde yarım fazla oyla değişen anayasa, halkın egemenlik erkini kullanım hakkını, seçimle verdiği Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden, AK Saray Külliyesi'ne (Tek Adama) devrini hukukileştirdi.
Aslında, 2007 seçiminden beri demokrasinin olmazsa-olmazı olan kuvvetler ayırımına inanmayan yani yasama-yürütme-yargı erklerini tek elde toplamak isteyen AKP Genel Başkanı, bu hırsını uygulamada adım adım gerçekleştirmişti.
Devlet yönetiminin bu duruma gelişinin, Anadolu aydınları üzerindeki kara izini kendi yaşanmışlığım üzerinden somutlaştırmak isterim; 1973’de tabutunu gururla omuzladığım İsmet İnönü’nün beni en çok etkileyen, öğüdünü bilirsiniz: “Bir memlekette namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memleket için kurtuluş yoktur".
Siyasi yaşamım Paşa’nın yerine gelen Bülent Ecevit ile başladı. Daha sonraları O'nun oğlu Erdal İnönü ile karşıt duruma düştüğümüz Baykal'ın yanında yer aldım. 1999 seçiminde Cumhuriyet Halk Partisi %10 barajını geçemeyip meclis dışında kaldığında eylemli (meclis ve parti organlarında) politikayı bıraktım.
Uzun yıllar partimde ve mecliste siyaset yaptım. Ülkeme ve partime karşı sorumluluklarımı bugün de, sıradan bir parti üyesi olarak sürdürüyorum. Bunca yıllık siyasi yaşamım, bana bir şey daha öğretti: Halk kendinden olanı arıyor. Ve mutlaka da buluyor. Her parti gibi AKP'de seçim yitirecek. Partili Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan da bir seçimde gidecek.
Halkımız kendi sesini ve kokusunu aldığı politikacıya hep sahip çıkmıştır. Bunun yakın geçmişteki en çarpıcı iki örneği; Demirel ile Ecevit'tir. Halk her ikisini de kendinden bilip, benimsediğini göstermek istercesine birine "Çoban Sülü", diğerine "Karaoğlan" demiştir. 2001 krizinde de, aş ve iş derdindeki kitleler Kasımpaşalı Erdoğan'ı kendinden bilmişti(!). Halklar sabırlıdır. Günü geldiğinde sesini çok iyi yükseltir.
Ve bu halk her zaman olduğu gibi yarınlarda yine, milyonlara varan Aş-İş peşindeki oğluna, kızına sahip çıkacak bir yeni "KENDİNDENİ" bulma sağduyusunu gösterecektir.
Dilerim, 2023 seçiminde bu gücü bir kez daha yaşarız. Yeter ki başta CHP Genel Başkanı, karşıt parti Liderleri AK Saray karşısında aday belirlemesi dahil, seçime dönük program ve söylemlerinde gerçekçi, sağduyulu, özverili ve yürekli olabilsinler.