Halkta takat kalmadı

Erol Çevikçe

Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, yüzde 51 oyla değişen anayasaya göre ettiği yemine karşın, halkın adeta yarısını (yüzde 49’unu) yok sayan ve AK Partililiği de aşan bir Tek Adam konumunda.

Her yazımda anımsatıyorum; Başbakan olduğunun ilk günlerinde Rize’de, “Demokrasi bizim için hedefimiz yolunda bir araçtır” demişti. 18 yılın sonunda laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti, halkı aş-iş derdine düşmüş, dış ilişkilerinde güvenilir tek dostu olmayan, hazinesi sıfırlanmış bir ülke durumunda. Ne var ki, bu halin “baş sorumlusu benim” demek konumunda olanlar, hala “devlet benin” edasıyla  “ekonomide, hukukta ve demokraside şahlanış dönemi başlıyor” nutukları atıyor.

Oysa “şahlanacak Türkiye”, 18 yıldan bu güne nereden nereye gelmiş, belgeler ve gerçeklerle bir bakalım: Cumhuriyetin enerji-ulaşım-iletişim başta alt yapıda, sanayide ve tarımda yarattığı ekonomik değerleri, 2004’den beri bir mirasyedi gibi sata sata bitiremediler.

Çoğu küresel tekelci sermayeye verilen bu ulusal varlığın karşılığında elde edilen ise: Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) bir yıl önceki gelir dağılımı araştırması sonuçlarına göre, nüfusun en düşük gelir düzeyindeki ilk yüzde 20’sinin, milli gelirden aldığı pay yüzde 5’e düşmüş. En zenginler grubu yüzde 20’nin aldığı pay ise yüzde 45. Yani en yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasındaki gelir farkı, artarak 9 kata çıkmış. Yine aynı araştırmanın verilerinden, nüfusun yüzde 20’si yoksulluk sınırında, yüzde 5 nüfus açlık riski altında.

Bu araştırmaya denk düşen günlerde Forbes dergisi, Türkiye’nin en zengin 100 kişisinin toplam servetinin, 110 Milyar Dolara yükseldiğini açıkladı.

Yani bu demektir ki, milli gelirimizin onda biri, 100 ailenin elindedir. Her ülkenin olduğu gibi, kurtuluş savaşından bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin de dış politikası, yurtta ve dünyada barış anlayışı ile öncelikle ulusal yarar ve çıkarlar temeline dayalı olmuştur.

Tarihi belgeler, Cumhuriyet’ten önce Osmanlı’da de aynı ilkenin hâkim olduğunu gösteriyor. 21.yüzyılın ikinci 10 yılında dış politikamız, ülkenin ve halkın uzun vadeli çıkarları yerine, hiçbir Arap ülkesinde yankı bulmadığı halde, sözde “Sünni Müslüman Kardeşliği” saplantısına dayanır oldu. Anayasal düzen konusunda ise özetle; Hukuk devleti askıya alınmış, yasalar herkese eşit değil, iktidardakilere ya da yandaşlara dönük ayrıcalıklı uygulanır olmuş. Tüm kamu yönetimi, laik demokratik cumhuriyet ilkelerine inançsız, adeta karşıt bir anlayışın eline geçmiş durumda. Ülkenin ve yurttaşın birlik ve dirliği kalmamış. En önemlisi de, özellikle 2007 seçiminden sonra çıkarılan temel eğitimin laik ve bilimsel yapısını değiştiren yasalarla, genç kuşakların geleceğini karartan bir döneme girilmiştir.

Hedefleri, “dindar gençlik” yaratmak sevdasıyla, temel eğitimin alt yapısını tümüyle ”imam-hatipli” yapmaktır. Öylece, sorgulayan, tartışan ve yorumlayan değil, dinleyen, susan ve biat eden(uyan) bir gençlik yaratmak istediler. Bu sonuçlara gelirken ulusun Türkiye Büyük Millet Meclisine verdiği yetkiler, “ben de seçildim” anlayışıyla tek başına ve tek elden kullanılır duruma geldi. Halkın tinsel (manevi) damarlarına girmekteki yetenekleri(!) sayesinde zirveye (erişilmez güce) ulaştılar.

Bu güç kullanılarak, görsel ve yazılı medya “yandaş” duruma getirildi. İnsan hakları, özgürlükler ve hukuk devleti ilkeleri, bireysel amaçlara göre tanımlanır oldu. Halkın, devletin ve ülkenin çıkarları için liyakatli ve deneyimli kadrolarla çalışmak yerini, sıradan ve talimatlara koşulsuz uyan bir ekip yeğlendi (tercih edildi). AK Partili Cumhurbaşkanı 18 yıl sonra açıkça söylemeyi gurur meselesi yapsa da, gelinen bu çöküşün sorumlusu olduğunu kabul etmiş olmalı ki, “dümeni” Batı’ya (ABD ve AB’ye) kırmayı, yani İMF’nin ACJ RECETE’sini vaat ediyor. Hem de halka “yeni bir ŞAHLANIŞ dönemine giriyoruz” diyerek. Keşke, ders almış ve inandırıcı gücü olsa! Yıllardır her bunalımda o kadar çok “yeni…” sözler verildi ki, özel çıkarı olan Beş Kişinin dışında HALK’TA, bırakın inanmayı dinleyecek TAKAT kalmadı.

Benzer konumda olan BİRİSİ, belki okur ve aynaya bakarsa bir hizmetim olur diye, yaşadığım bir olayla yazımı bağlıyorum: 1974’de Genel Başkanı Bülent Ecevit başbakanlığındaki CHP-MSP koalisyon hükümetinde bana da Bayındırlık Bakanlığı görevi verilmişti. İlk Bakanlar Kurulu toplanmadan önce, Başbakan Ecevit 18 CHP’li biz bakanlarla kısa bir toplantı yaptı. Yıllar sonra CHP ilk kez hükümet olduğu için birkaç önemli konuda dikkatimizi çekti ve olmuş (gibi) bir olay anlattı; Bir demokratik ülkenin Başbakanı Bakanlarını toplamış, “Başlarken sizden, içinde müsteşarlarınızın istifası olan bir zarf istiyorum. Siz de istifalarınızı bir zarfa koyun lütfen. Ben de kendi istifamı bir zarfa koyacağım. Bu Üç istifa zarfını özel masamda saklayacağım. İşler olumsuz gitmeye başlayınca önce, müsteşarların zarfını açacağım. Olumsuzluk sürerse ikinciyi, sizlerin istifa zarfını açacağım. Yine de çözemiyorsam üçüncü kendi istifa zarfımı açacağıma söz veriyorum” demiş”.

Saygı, sevgi ve özlemle andığımız Genel Başkanım ve Başbakanım bizden zarfları almadı ama biz dersimizi almıştık.

Not: Türkiye Büyük Millet Meclisinde güvenoyu alacak kadar milletvekili varken, 1979’da beş milletvekilliği için yapılan ara seçimi kaybettiğinin ertesi sabahı Başbakan Bülent Ecevit İSTİFA etti.