CHP Genel Başkanının 6’lı Masanın cumhurbaşkanı adayı olabilmek için attığı adımlar ve ettiği sözler dolaysıyla yanlış üstüne yanlış yaptığını en yakınları bile artık yadsımıyor. Ancak hepsi bir yana “türban” konusunda verdiği yasa önerisi Laik Demokratik Cumhuriyete karşı, İslâmi Cumhuriyetçilerin eline telafisi çok zor (olanaksız da denebilir) bir fırsat verdi.
Bana göre, seçmenin “mağdur yeni ve kendilerinden genç biri” sanarak(!) başbakan yaptığı R.T. Erdoğan, 2003’den beri “başörtüsü” adı ile türbanı, siyasi savaşımının bayrağı (şiarı*) yaptı ve yapmayı sürdürüyor.
Milli Görüş siyasetini Türkiye politik yaşamına Milli Selamet Partisi (MSP) -kurucusu Necmettin Erbakan- sokmuştur. Hükümet düzeyinde kamusal alana çıkışı, 1974’ki CHP-MSP Koalisyonu ile başlamıştır.
O koalisyon hükümetinin bir Bakanı olarak Erbakan Hoca ve politik kadrosunu içlerinden ve çok yakından tanıma olanağı bulmuş birisiyim.
En önemli hedefi, milli eğitimde İmam Hatip Okullarının (laik eğitimin gereği öğretim birliğini kırarak) geçiş yani üniversitelere devam hakkı ve kamusal alanda türban serbestisi idi.
Genel Başkanımız Başbakan Bülent Ecevit’in Kıbrıs Barış Harekâtından sonra o koalisyonu bozmasının asıl nedeni de, birkaç ay içinde iki kat sayıda ek açıldığı halde Erbakan Hocanın kısa sürede aşırı sayıda yeni İmam Hatip Okulu ısrarının sonu gelmez oluşuydu.
1997’de yaşanan 28 Şubat olayının, Erbakan Hocanın başbakan olduğu Refah-DYP Koalisyonunun, özellikle F. Gülen Hizmet Hareketinin, başta eğitim kamu kuruluşlarında yasalara aykırı laiklik karşıtı kadrolaşma ve türban vb. direnişlere engel olmaması ve desteklemesinin neden olduğu belgeli bir gerçektir.
2002 seçiminden sonra AKP yüzde 10 baraj sayesinde yüzde 34 oyla tek başına iktidar oldu. İlk TBMM Başkanları Bülent Arınç’ın, daha başkanlığının ilk haftasında verdiği demeç “Anayasanın laiklik maddesi tartışmaya açılmalıdır” idi. Arkasındaki gerekçesinin en başında da “türban” vardı.
CHP’nin “demokrasi anlayışımız” diyerek yasağının kaldırılmasını engellemediği R.T. Erdoğan da, başbakan olduğunun ilk ayında gittiği memleketi Rize’de şunları söylüyordu: “Demokrasi bizim için amaç değil, hedefimiz yolunda araçtır”. Hedefinin, bayrağı türban olan İslâmi Cumhuriyet olduğunu artık hiç kimse yadsımıyor.
Bu gerçekleri içinde yaşadığım için 19 yıl önce Vatan Gazetesindeki sütunumdan şunları yazmıştım.
***
Başbakan, partisinin “Muhafazakâr Demokrat” kimliğini öne çıkararak bu sözünün “Çağdaş Demokrasi anlayışının doğal sonucu” olduğunu söylüyor. Yeni akıl hocası ve danışmanı Adana Milletvekili Ömer Çelik’te ayni zamanlama ile medyada başlattığı bir dizi yazım ve söyleşi kampanyasında Tayip Erdoğan’ın ne çok değiştiğini kamuoyuna açıklamak için telaşlı bir gayret gösteriyor.
AKP’nin sorumlu ilk ağzı ve sözcüsü gibi konuşan Çelik, Muhafazakârlığın düne kadar bilindiği gibi, tutuculuk yani kurulu düzene bağlılık olmadığını iddia ediyor. Ve ekliyor, “AKP Türkiye’de yenileşmenin ve değişimin adresi partidir ve bu bağlamda bir çağdaş Muhafazakâr Partidir” diyor. Elbette bu sözleri ile Ömer Çelik siyaset sosyolojisinde Avrupalı eski Muhafazakâr ağabeylerine ders veriyor ve hatta siyaset bilimine yeni bir katkı yapıyor(!)
Gelişmekte olan Demokrasilerde halkın siyasal sömürüsünün en kolay yolu bu tür popülist söylemlerdir(!) Bunu en iyi bilenler bizim ülkenin sağcı politikacılarıdır. Türkiye’deki en yakın örneği de ANAP’tır. Oysa sözle imaj yaratmak ve onu kalıcı kılmak birikim ve tutarlılık ister.
Süleyman Demirel köyden gelmiş lâkin Isparta başta 40 yılda yıldızı parlayan bütün şehirlerimizin çağdaş birer sanayi kenti olmasında en büyük payı olan Siyasetçi idi. İlk başbakanlığı yıllarında sokak yürüyüşlerinin yoğunlaştığı günlerde, terörden toplumun endişesi korkuya varan boyutlara çıkmıştı. Ankara Kızılay’da yine izinsiz gösterilerin tırmandığı bir gün, olayları durdurmak için ne düşündüğü sorulduğunda Demirel, ünlü sözünü söyler “Sokaklar yürümekle aşınmaz.”
Muhalefette iken, bir seçim öncesi Ege’de dolaşırken, köylünün tütün fiyatını az bulup şikâyet etmesi üzerine Demirel ”Ben gelirsem 5 kati fiyat vereceğim” der. Seçimden sonra mali sıkıntılar tütüne o düzeyde destekleme fiyatı vermeye olanak vermediği için sorulduğunda Başbakan Demirel o sıcak gülüşü ile “dün dündür, bugün bugündür” der.
Olayların önüne geçilemediği için, silahlı terör ileri boyutlara varmıştır. İstanbul’da, Ankara’da her gün bir banka soyulur ve yabancılar rehin alınır, Büyük Elçilerin otomobili yakılır, uçak kaçırma eylemleri yaşanır. O sıcak ortamda askerler Demirel’in Başbakanlığı bırakmasını isteyen ünlü 12 Mart muhtırasını verir. Demirel’de şapkasını alır, gider. Sonraları korkaklıkla suçlayanlara Demirel’in, “Ne yapacaktım, kendi askerimle savaşacak mıydım?” deyişini bizim kuşak takdirle anımsar.
Tayip Beyin de şimdilerde söylediği espri içeren sözleri ilerde belki, anımsanır(!) Ancak yıllardır çözülemeyen ve kendisinin doğrudan taraf olduğu türban sorunu karşısında ciddi öneri yaratmak başka, Demirel’i kıskandırırcasına espri yapmak çok daha başkadır.
Bir kere türban, başörtü olay değildir. Başbakanda biliyor ki, siyasi bir düşüncenin simgesidir (Dinî siyasetin şiarıdır*). Böyle olduğu için Fransa’dan sonra Almanya’da türbanı okullarda yasaklamaya yöneldi.
Eylemli olarak topluca hak aramaktan öte, “türban kavgası” açıkça hedefi ve amacı İslami Cumhuriyet olan siyasal bir mücadeledir. 1969’dan bu yana Erbakan Hoca’nın başlattığı ve ideolojik sloganı “Milli Görüş” olan siyasetin devamını, bugün AKP temsil etmektedir. Bunu ben yazmıyorum, bunu türbanlı gençler iyi niyetle böyle görüyor ve o nedenle AKP’ye güvenerek eylemlerine cesaretle devam ediyorlar.
Bu durumda hariçten gazel okurcasına, sorunun hem teşvik edicisi, hem sorumlusu olan Başbakanın, hem de Almanya’da “Başı açık ile örtülü bir arada yasamalı” sözleri, açıkça görevini istismardır. “Ben bu sözleri Muhafazakâr Demokrat olarak söylüyorum” derseniz, Avrupa’da hangi demokrat inanır bilemem, ancak sezgilerim bana, Türkiye’de laik demokrasi sevdalılarının bu sözler karsısında İsmet Paşa gibi, “Hadi canım sende” dediğini söylüyor. (17/Ocak/2004 Vatan)
***
Görüyorsunuz, nerdeyse 20 yıl olmuş. Çoğumuz gibi ben de olamaz sanarak İsmet Paşa’ya özenmişim. Ancak özellikle ABD’nin BOP Projesine katılmakla ve sonunda hedeflerine ulaşmak için “kan kusup kızılcık şerbeti” içerek te olsa devleti, yargıyı, medyayı ve hatta TBMM’yi vesayeti altına alabilecek bir erke bütünüyle ulaşmalarına artık 3-5 ay kaldı.
Bu seçim, laik demokratik cumhuriyeti kurtarmak için son fırsat. Bu kez, Ana Muhalefet başta çoğumuz, öngörme özveride bulunma ve gereğini (halkın aş-iş gündemine inandırıcı bir programla sahip çıkma sorumluluğunu) biran önce yerine getirmeyip, sandıkta seçmene yıkarsak, gelecek kuşaklar hiç kimseyi asla bağışlamaz…
(*)Şiar. Duyuş, düşünüş ve inanıştaki ayırıcı özellik, belgi -TDK-