Yirminci yüzyıl Arap siyasal dünyasında uluslararası düzeyde üç isim iz bıraktı ve her dinden yediden yetmişe milyarlarca insan onlardan etkilendi. Nasır, Arafat, Bin-Ladin.
Üçünün de ortak özelliği, “elinde silah, Israil’e karşı” olmaktı. Bir gazeteci, Arafat’ın ölümü dolayısıyla “Onu yaratan, Israil’e karşı Filistin halkının bağımsızlık sevdasıdır” demişti.
Doğrudur, Arafat ve diğer iki isim de, 1948’de İngilizlerin Ortadoğu petrollerini ele geçirme planının var ettiği İsrail Devleti’nin Filistin toprakları üzerinde kurulması ile doğdu.
11 Eylül 2001’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezini tepesinden vururken Müslümanlar adına Bin-Ladin’in, dünyaya açtığı Cihadın temelinde de Arap halklarının Kudüs’ü Yahudilerden alma hayali vardır.
Ölümünü dört gözle bekleyen İsrail’in, Arafat’ın arkasından resmi olmayan gerçek açıklamasında, “Terörün Babası” sözcüğü kullanılmıştır. Görülüyor ki, İsrail’in beyninde Arafat, ölürken bile Bin-Ladin’den farksız bir Arap’tır.
Oysa o Arafat, aşırı dinci bir Yahudi’nin kurşunları ile ölen İsrail Başbakanı İzak Rabin’le birlikte Nobel Barış Ödülü’nü de almış Arafat’tır.
Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır’ın Israil’e karşı 1967’de 6 günde yenilgisi ve 1970’de ölmeden kısa süre önce televizyonlardaki ağlaması hiçbir zaman unutulmadı. Yaser Arafat, başı dik, gözleri parlak ve yüzü barış gibi tertemiz öldü.
Arafat ne yazık ki, İsrail ile kalıcı barışın imzasını atamadan gitti. Ve İsrail’in yayılmacı savaşı yeniden başladı. Barış yanlılarının araya girmesi sayesinde Arafat’ın yerini alan Mahmut Abbas’la Ariel Şaron’un imzaladıkları ateşkes ise bir küçük ümit ışığı olsa da, barut fıçısının kıvılcımı yanık kaldı.
11 Eylül 2001 New York saldırısı sonrası en büyük yanlışı Başkan George w. Bush yaptı. Dil sürçmesi dense de, ettiği sözle İslam dünyasına savaş açtı. Geçen hafta sonu en büyük uçak gemilerini Doğu Akdeniz’e gönderen ABD Başkanı Joe Biden, yangının üstüne körükle gidercesine, “terörü ülkemin sınırları dışında, çıktığı yerde yok edeceğim” diyen Bush’un, o büyük ve tehlikeli yanlışını sürdüreceğini gösterdi.
Cumhurbaşkanlığının son yılında Süleyman Demirel yeniden başlatılan barış görüşmeleri komisyonuna seçildiğinde, “İsrail-Filistin kalıcı barışı sağlanmadan Ortadoğu’ya ve hatta Dünya’ya uzun süreli huzur gelmez” demişti.
Ayni komisyondaki deneyimli devlet adamlarının o çabasına karşı çıkarcasına Başkan seçildiği daha ilk yılında Donald Trump, “Kudüs’ü başkent yapın ben ABD Elçimi oraya atayacağım” demekle ateşi yeniden ve sönmemesine parlattı.
Hamasın bu son Kanlı Hayalinin arkasında İran’ın, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ının (dolaylı olarak Rusya ve belki Çin’in) olduğunu ya da olacağını kimse yadsıyamaz.
ABD’nin PYD-YPG’yi korumasının nedeni de, Rusya’nın artık silahlı üssü haline gelen Suriye’de (yani Ortadoğu’da İsrail’le birlikte) ek bir peyk devlet oluşturma planının (BOP) devamıdır.
AK Sarayın, ilk gününden beri Parlayan Bölge Alevinin üzerine yansız ve uzlaştırıcı gitmesi, laik Türkiye Cumhuriyetinin 20 yıl sonra “Yurtta ve Dünyada Barış” ilkesini ilk kez ve çok yerinde uyguladığı bir politikadır. Dileriz, içerden ve/veya dışardan, yangının içine itilmek zorunda kalmayız.