“ERİŞİLMEZ GÜCÜN YALNIZLIĞINA BATTI”(*)

Erol Çevikçe

Ak Saraydan gitmemek için bırakın demokrasinin D’sini, artık ne hak-hukuk ne adalet ne de vicdan tanımayanlar demek ki, yalnız Güney Amerika’nın dünlerde kalan Faşizan ülkelerine has değilmiş.
Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in, 1982’de yazdığı “Yüz Yıllık Yalnızlık” romanının, neden Nobel ödülü aldığını bizler şimdilerde çok daha iyi anlıyoruz. O romandan bir bölümü yeniden okumadan önce yakın geçmişimizi bir anımsatmak istiyorum:

 Gezi olaylarında açığa çıkmıştı ki, Erbakan Hoca’nın elinden milli görüş teşkilatını alıp AKP’yi birlikte kuran ilk beşten hiç birisi, genel başkan yaptıkları R. T. Erdoğan’ın yanında kalmamıştı.
Anımsayalım: Önce 2007 seçimine giderken Abdüllatif Şener, özelleştirmelerde yakınların kayırılmasına karşı çıktığı için dışlandı ve savruldu gitti. Arkasından Mehmet Ali Şahin önemsizleştirildi ve kenara itildi. Denebilir ki, “onlar zaten R. T. Erdoğan için, diğer ikisi kadar önemli değillerdi”.

Demokrasi onun için amaç değil araç iken, asıl hedefine varış yolunda, birlikte ‘kan kusup kızılcık şurubu içtim dediği’ Abdullah Gül ve Bülent Arınc’a çok ihtiyacı vardı.

Vesayeti askerden kendi eline alıp, yargıyı sindirdiğinde, artık hedefine tek başına yürüyebilirdi! Sırada Suriye ve Mısır başta, diş politikada ayak bağı gördüğü Cumhurbaşkanı Gül vardı. Gezi olaylarında, “demokrasi sadece sandık değildir” dediğinde, Abdullah kardeşi, zaten yok sayılmayı hak etmişti! Uğrunda seller gibi gözyaşı döken Bülent Arınc’ın, ‘Gezinin çapulcularıyla’ görüşmesi suyunu ısıttı.

Gelelim Gabriel Marquez’in sözünü ettiğim paragrafına:
***
“Albay Aureliano Buendia, öfkelendiğini hiç belli etmedi ama öfkesi ancak muhafızları evi yağmalayıp bir kül yığını haline getirdikten sonra yatıştı. Albay Marcus ‘yüreğini kolla, Aureliano’ dedi, ‘ölmeden çürüyorsun’. Albay Aureliano Bbuendia, o günlerde, ileri gelen asi komutanları ikinci kez toplantıya çağırdı. Bu toplantıda her çeşit insan vardı; ülkücüler, gözünü hırs bürüyenler, serüven arayanlar, toplumla bağdaşamayanlar, adi suçlular bile geldi. Diğer yargılarındaki ayrımlar yüzünden bir iç patlamanın esiğine sürüklenen bu her boyadan boyalı toplulukta, bir tek otorite sivriliyordu; General Teorili Vargas. General, Tanrı’nın kendisine ödevler verdiğini çevresindekilere yutturan, düzenbaz, saf kan bir Kızılderili idi. Albay Aureliano Buendia, subaylarına ‘Gözümüzü üzerinden eksik etmememiz gereken vahşi bir hayvan bu’ dedi. Bunun üzerine her zaman çekingenliği ile tanınan genç bir yüzbaşı ürke, ürke parmağını kaldırdı. ‘Kolayı var, albayım’ dedi. ‘Bu adamı öldürelim’. Albay Aureliano Buendia, önerinin soğukluğuna şaşırmadı da, bir saniye farkla kendisinden önce davranmış olmasına içerledi. ‘Böyle bir emir vermemi beklemeyin’ dedi. Doğrusu istenirse, böyle bir emir de vermedi. Ne var ki, iki hafta sonra pusuya düşen General Teorili Vargas kamış baltalarıyla paramparça edildi ve Albay Aureliano Buendia başkomutanlığı üstlendi. Bütün asi komutanların kendisini başkomutan olarak tanıdığı gece, Albay Aureliano Buendia uykusundan korkuyla fırladı, bir battaniye istedi. Bu üşüme yüzünden birkaç ay uyuyamadı; sonra üşüme alışkanlık haline geldi. İktidar sarhoşluğu, tedirginlik dalgalarıyla dağılmaya başladı. Aureliano, belki üşümesine iyi gelir diye, General Teorili Vargas’ın öldürülmesini öneren genç subayı kurşuna dizdirtti. Aureliano’nun emirleri, daha ağzından çıkmadan, kendisinin göze alamayacağı aşırılıklara vardırıyorlardı. Albay Albay Aureliano Buendia, erişilmez gücün yalnızlığına battı…”

(*) Gabriel Garcia Marquez’in  “Yüz Yıllık Yalnızlık “ romanından