Son kitabımın başlığı “Daha İyimserim” idi. Bu yılın ilk aylarında Cumhuriyet Kitaptan dağıtıldı.
Covid-19 salgını yüzünden her alanda yayılan kötümserlik toplumun bütününü sarmış durumda. Son İzmir depremi dolaysıyla da, iktidar ve muhalefetin ortak çözüm arama yerine, karşılıklı suçlamayı yeğlemeleri, o kötümserliği ülkenin üzerine çöken kap-kara bir umutsuzluk bulutuna çevirdi.
Bu gün, bu ortamda dahi yazılarımda hala sürdürdüğüm “iyimserliğimin” nedenini açıklamaya çalışacağım;
Yıllar önce yine ülkeye böylesi bir umutsuzluğun hâkim olduğu günlerde, bilgin büyüğüm Turan Güneş bana, “kötümserliği bırak, Mao Ze Dong’un şu sözünü düşün” demişti, “Gök kubbenin altında büyük bir keşmekeş var, vaziyet harika”.
Mao bu sözü “uzun yürüyüşü” başlattığı 1930’ların ortasında söylemiş. O tarihlerdeki 400 milyon nüfuslu Çin, gerçekten tam bir keşmekeş içindeydi. Çin, bu gün 1,5 milyarı aşkın nüfusuyla küresel dünya ekonomisine yön veren en büyük güç olma yolundaki uzun yürüyüşünü tamamladı, denebilir.
Sosyal Demokrat Halkçı Partide (SHP) Genel Başkan Erdal İnönü ile beraber görev yapıyoruz. Mao’nun o sözünün üzerinden yarım yüzyıl sonra 1989’da, Devlet Başkanı Zhao Ziyang'ın çağrılısı olarak başkent Pekin’deyiz.
Başkan Ziyang görüşmeye başlarken, “siyasal ideolojilerin sonu geldi. Bütün ülkelerin ortak hedefi barış ve insan mutluluğu olmalı. Bunun sorumluluğu da, önder devletlere düşüyor” dedi.
Onun bu sözlerine karşılık olarak, Genel Başkanım Erdal İnönü şunları söylemişti: “Barış ve kalkınma birer soyut sözcük olarak kaldı, ülkeler arası gelir dağılımı, daha da dengesizleşti. Endüstrileşmenin önünde çok önemli bir enerji sorunu var. Orta Doğu'da süren savaşlar ve batının önde gelen devletlerinin bu bölgedeki emelleri dünya barışı için kaygıları artırıyor. Sovyetler Birliği'nin (bugünkü Rusya) çöküşü ve ABD'nin tek büyük ekonomik ve askeri güç kalışı yüzünden, ikinci büyük savaş sonrası kurulan siyasal kutuplar arası denge sayesinde sağlanan -barış içinde birlikte yaşama- düzeni, şimdi yok olmakla karşı karşıyadır".
Laik demokratik Türkiye Cumhuriyetinin kurucu partisi CHP’nin devamı olan SHP’nin Genel Başkanının, ince bir alçak gönüllükle söylediği bu sözleri karşısında, İslam dünyası kadar nüfusu olan Çin Halk Cumhuriyetinin Devlet Başkanının, sanki bir bilge kişiyi dinlercesine dikkat kesildiğine tanık olmakla, ülkem adına sonsuz bir gurur duymuştum.
Bunları niye anımsadım? O Erdal İnönü, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü sonrası DYP Genel Başkanı ve rakibi Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı seçilmesini desteklemişti.
Çünkü onun için Çankaya’ya çıkacak kişinin, partiler arasında çekişmeyle değil, uzlaşmalı bir çoğunluk desteğiyle seçilmiş olması çok önemliydi.
Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı, yarı seçmenin değil, halkın tümünün cumhurbaşkanı olmalıydı.
Çünkü o Cumhurbaşkanı, ülkeyi ortasından ayrıştıran, bölen değil, halkın birliğinin ve dirliğinin bilincinde ve sorumluluğunda biri olmalıydı.
Çünkü o Cumhurbaşkanı, “demokrasiyi” gizli hedefi yolunda araç değil, insan hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, güçler ayrılığına dayanan ve hukukun üstünlüğünü içeren bir toplumsal düzen olarak tanımlayan, biri olmalıydı.
Şimdilerde artık, yüzde 0,5 farkla yani nüfusun yarısının oyu ile değişen anayasanın açtığı kapıdan AK Saraya giden Partili Cumhurbaşkanı, tek başına ve tek elden ülkeyi yönetiyor.
Üstelik Partili Cumhurbaşkanının 2007’den beri, “Demokrasinin –sadece sandık- ve -hedefine giden yolda amaç değil araç- olduğunu” açıkça söyleyerek “yola devam” dediğini de dünya biliyor.
Böyle ise ben niye size, Erdal İnönü’den Demirel’den hikâyeler(!) anlatıyorum!
Aydınlık içinde yatsınlar, Celal Bayar, Adnan Menderes, İsmet İnönü, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan; Halkın oyuyla iktidar olmuş bu liderlerin hiç biri de, demokrasiyi yalnızca sandık olarak görmediler.
Hiç biri, “demokrasiyi” gizli hedefleri için “araç” olarak kullanmadılar. Hepsinin de amacı, “çağdaş demokrasiydi”. Yani Türkiye’yi, Mustafa Kemal Atatürk’ün amacı olan, “çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmaktı”.
Kökleri sekiz yüz yıl öncesine giden Türkiye Cumhuriyeti, “gök kubbenin altında böyle bir keşmekeşi ilk kez yaşıyor”. Bu gün artık Mao gibi “bu vaziyet harika” diyemeyiz elbette.
Ama asla unutmayacağım Turan Güneş Hocamın “düşün” demekle işaret ettiği gibi, “bu durum, aydınlık günlerin doğum sancısıdır” umudunu, inançla yaşatmak için “ben değil biz” diyerek gücümüz, aklımız yettiği her görevi ve sorumluluğu almalıyız.
(*) 13 yıl önce aramızdan ayrılan Genel Başkanım Erdal İnönü’yü sevgi, saygı ve özlemle anarak…