AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan, 2007’deki sandık (seçim) kazanımını, “her kararı tek başına ve tek elden alabilir”e çevirmişti.
2017 Anayasa değişikliği ile de, bu fiilî durumunu resmîleştirdi. Öylece, güçler ayırımını öngören laik demokratik parlamenter cumhuriyeti, partili cumhurbaşkanlığı hükümetine (Tek Güce) dönüştürdü.
Kocaeli Geçişi, Yeni Hava alanı, Çanakkale Geçişi ve Kanal İstanbul gibi gösterişli projelerin kararını tek başına alırken de asıl hedefi “Erişilmez Güce” ulaşmaktı.
AK Saray, çağdaş kentleşme ve çevre sorunları açısından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanının Kanal İstanbul’a karşı çıkışını, “Erişilmez Gücüne” bir başkaldırı saydı. Ve emri altındaki kamusal kadrosunu Başkan Ekrem İmamoğlu’nun ve CHP’nin üzerine sürdü.
Kanala karşı çıkış birden yayıldı, yetkililerin ve uzmanların konusu olmaktan çıkarak, çok yönlü bir tartışmaya dönüştü. Çevre ve kentleşme gerekçelerine mühendislik, rant sağlama, güvenlik, diplomasi ve politik hesaplar gibi yeni savlar eklendi.
Ama AK Sarayı (Erişilmez Gücü), onlardan daha çok tedirgin eden, Montrö üzerinden tırmandırılan yazılı ve sözlü eleştiriler oldu.
Yine de, hemen her konuda olduğu gibi, “Atı alan Üsküdar’ı zaten geçti,…ürür kervan yürür” anlayışı ile -yola devam- dendi.
Ne zaman ki, köşesine çekilmiş bir grup asker emeklisi Montrö’ye sahip çıktı, AK Saray (Erişilmez Güç) bir sayfalık açıklamaya, “art niyetli ve darbe imalıdır” dedi.
Ve yine 15 Temmuz kalkışmasındaki gibi olayın arkasında CHP’nin olduğu kampanyası başlatıldı.
15 Temmuz 2016 gecesi daha önce yaşadığım dört darbeyi film gibi, bir kez daha gözlerimin önüne getirdim. Ne üniversite öğrencisiyken 27 Mayıs 1960’da, ne Polatlı’da yedek subayken 12 Mart 1971’de, ne Amasya Milletvekiliyken 12 Eylül 1980’de, ne de CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili olarak mecliste olduğum 28 Şubat 1997’de ben, ülkemin demokrasisi için o geceki kadar kaygılandım ve korktum.
15 Temmuz Kalkışmasında, iktidarı ve muhalefetiyle siyasal partilerimiz omuz omuza vermese ve başta medya, sivil toplum kuruluşlarımız demokrasiden yana güçlü bir tavır almasa, İsmet İnönü’nün 1961 deki Talat Aydemir ve birkaç subayı tanımladığı gibi bu “Sergüzeştçiler” sonuç alabilirler miydi? Bu gün bile yanıtını verebilen yok.
12 Mart 1971’den beri, doğrudan ve dolaylı darbelerin hiç birinin içinde, arkasında, yanında ve yöresinde sosyal demokratlar (partiler, sivil toplum kuruluşları ve kişiler) asla yoktur.
12 Mart Müdahalesinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Sekreteri Bülent Ecevit, “bu müdahale CHP’ye karşıdır” diyerek, görevinden istifa etmiştir. O kararlılığı, O’na CHP Genel Başkanlığına giden yolu açmıştır. Genel Başkan olduğu 1973 Genel Seçiminde de halk, Ecevit’i Başbakan yapmıştır.
12 Eylül 1980 Darbesinde yine en çok haksızlığa uğrayanlar, CHP ve sosyal demokrat politika çizgisindeki siyasetçilerdir. Kimi işkence gören, kimi hukuksuz yere tutuklanan milletvekilleri olmuştur. Dahası, Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP kapatılmıştır.
Gelelim 4 Nisan gecesi bir grup denizci emekli askerin Montrö Boğazlar Sözleşmesine sahip çıktığı sosyal medya açıklamasına; AK Saray ve seçilmemiş kadrosu ve yandaş medya, önce “CHP karşı çıkmalıdır” diye başladılar, sonra “gece araştırdık, bu darbe imasının arkasında CHP’liler var” diyerek suçlamaya ve hatta sorgulamaya kalkıştılar.
CHP’liler, 1961’den bu yana anayasalarımızın değişmeyen Türkiye Cumhuriyeti’nin, laik demokratik ve insan haklarına dayalı bir hukuk devleti olma temel ilkesine, sonuna kadar bağlı kalmış ve sorumluluğunu omuzlarında taşımıştır. Bundan böyle de bağlı kalmayı ve sorumluluğunu taşımayı sürdürecektir.
CHP’liler, nereden gelirse gelsin, “laik demokratik cumhuriyeti” yıkacak her gücün karşısında durmayı görev bilen ve gereğini yapan seçilmiş her hükümetin bütün gücüyle yanında durmuştur ve duracaktır.
Yeter ki, 19 yıldır devletin başında olanlar, Anayasanın “Laik Demokratik Hukuk Devleti” ilkesine bağlı kalacaklarına dair ettikleri yemini unutup, Partili Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile ülkeyi Tek Elden yönetemeyeceklerini görsünler!
Yeter ki, yüzde 50+1’i yitirdikleri korkusuyla tırmandırdıkları politik çekişme gündemi yerine, yurttaşın “adalet ve aş-iş arayışına” kulak versinler.
Not:1- Adaleti sağlayacak en üst yargı organı Yargıtay ortada henüz olmayan emekli amirallerle ilgili dava üzerinde açıklama (ihsas-ı rey)* yaptı:
(*) İhsas-ı Rey: "Oyunu, tarafını belli etme" olarak tanımlanan hukuk terimi. Bu kavrama göre, yargıç görmekte olduğu yargılamada, hükümden önce görüşünü doğrudan veya dolaylı olarak belli edemez.
Not:2- Mart ayı itibariyle yıllık ortalama üretici fiyat artışı, %31,20, tüketici fiyat artışı %16,19 (Bunlar TÜİK’in resmi artışları, kamuoyunda güvenilir tahminlere göre ise, tüketici fiyatlarında yıllık ortala artış gerçekte %30’un üzerinde)
Not:3- Eski parlamenterlerin Montrö açıklamasına ben de imza attım.