Muhammet Ali henüz 22 yaşında tanınmamış bir genç boksörken 1964’de, yılların ünlü şampiyonu Sonny Liston’ı hem de nakavt ile yenip ağır sıklet boks şampiyonu olduğunda, yazılı görsel medyada şu ortak başlık yer almıştı: -The impossible is nothing- (Hiçbir şey imkânsız değildir).
Sonraları, bu deyim sportif yarışmalarda ve sanatsal başarılarda övücü sıfatlandırma olarak kullanılmasının yanında, ürün reklamlarında, magazin medyasında ve hatta büyük soygun-vurgun gibi yasa dışı olaylarda da pelesenk olmuştur. Bu yaftaya, çoktandır gündemde rast gelmemiştim;
Geçen hafta keyifle izlediğim Amerika Açık Tenis turnuvasında finale, Kanada ve İngiltere’den katılan iki genç bayan kaldı. Dünya bayanlar tenis listesinin yüz küsur sıralarındaki hiç bilinmeyen Emma Raducanu ve Leylah Fernandez, altı tur rakiplerini yenerek finale kaldıklarında, televizyon ekranlarında büyük puntolarla, “The İmpossible is Nothing” yazısını milyonlarla birlikte ben de heyecanla okuyunca, dünya genç kuşakları adına iyimserliğim adeta zirve yaptı. Ve elbette aklıma İdil Biret, Naim Süleymanoğlu, Orhan Pamuk, Aziz Sancar ve hatta son haftalarda Fransa’da golleriyle parlayan genç futbolcu Cengiz Ünder geldi; Bizim için onlar da -İmpossible is nothing (Hiçbir şey İmkânsız değildir)- dedirten yurttaşlarımızdır.
Ne var ki, son yıllarda özellikle Tek Adam’ın ağına düşen ülkemizde, onların tersine bir ibretle yurttaşımızı artık “hiçbir şey imkânsız değildir”e inandıranlar, yüksek makamlarda kol gezer oldu.
Uluslararası şeffaflık örgütünün araştırmasına göre zengini, fakiri bütün ülkelerde halkların yakındıkları en önemli sorun, “yolsuzluk” imiş. Araştırmanın yöneticisi, ülkesindeki yolsuzluklar dolayısıyla en az rahatsızlık belirten halkın, Amerikalılar olduğunu söylüyor. Bu durumdan şikâyetçi olanların oranı ise % 46 imiş. Yine bu örgütün belirttiğine göre Türkiye’de yolsuzluk olduğu inancını belirtenlerin oranı %94’dür. Kendi hakkının çalındığını ve şikâyetçi olduğunu söyleyenlerin oranı ise %90 dolayındadır.
Bu sonuçlar açısından asıl önemli olan ülkemizde geniş kitlenin bu gerçeği artık kanıksamış olması ve düzelme ümidini yitirmiş olmasıdır. Anımsanırsa 1996’da Susurluk olayı olduğunda, özellikle kamuoyunun çok büyük bir tepkisi kitleye mal olmuştu. 2002 seçimine giderken AKP’lilerin (Reisleri R.T. Erdoğan’ın) var olan iktidar partilerini suçlayan (istismar) konularının başında Susurluk’tan beri devam eden ve Ticaret Bankası ihalesinde somutlaşan yolsuzluk dosyaları olmuştu.
Özellikle Devlet Bahçeli’yi yanına alıp, Partili Cumhurbaşkanı (Tek Adam) olduktan sonra AKP Genel Başkanı (R. T. Erdoğan), parlamentoların (halkın egemenlik hakkını vekâleten kullanma yetkisini verdiği meclislerin) denetimindeki “bütçe yapma ve kullanma” hakkını, tek başına ve istediği gibi kullanır oldu.
Günümüzde, krallıklarda ve tek partili rejimlerde bile olmayan bu hak, bu gün ülkemizde yoğun bilinmezliklerin, çelişkili söylentilerin ve gittikçe kararan bulutların kitlenin üzerine çökmesine neden oldu. Öyle ki, kamuoyu yolsuzluklardan “vicdanı isyan” edenlerin avazını bile duymaz halde.
Daha da vahim olan, kurtuluştan sonra Mutafa Kemal Atatürk, laik demokratik cumhuriyetin yurttaşlarını aydınlanmaları için öğretmenlere emanet ederken, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmamanın önündeki engelleri koruma (adalet) görevini öncelikle -aslî yükümlü olarak- cumhuriyet savcılarına vermiştir.
Savcılardan başka hiçbir kamu görevlisi bu hakka ve görev yetkisini sahip değildir: O sadece normal bir yargıç, müsteşar, başöğretmen, genel müdür vb. değil, “Cumhuriyet Savcısıdır” daha doğrusu Laik Cumhuriyetin Savcısıdır. Yolsuzluk suçu işleyenler de, suça bulaşanlar da ve bulaştıranlar da, başta yandaşları tüm medyada aylardır o denli sırıtıp durdular ki, yurttaşın beyninde “hiçbir şey imkânsız değil” inancı kas katı dondu kaldı artık.
Hiçbir şey imkânsız değildir ama hiç yoksa “ben cumhuriyetin savcısıyım” diyebilen biri bari çıksaydı!..
Elbet bir gün çıkacak. -