98. yılında “Halkın Cumhuriyetinin” nasıl oldu da “Tek Adamın cumhuriyetine” dönüştüğüne dair yazmayı bu hafta da sürdürecektim ki, askerlik arkadaşım (tertibim) Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı’nın yazısı geldi.
Baktım ki, değerli arkadaşım Kaymakçı gibi yazmam gerekirken, aylardır yalandan da öte saçmalayıp duran AK Sarayın gündemine ben de kapılmış gidiyorum.
Gözümün önüne Ankara’da Güven Parktaki anıtın kaidesine kazılan Cumhuriyetimizin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Öğün Çalış Güven” öğüdü geldi.
Öyleyse benim de, “yok etmek isteyenlerin karşısında, laik demokratik cumhuriyeti korumak ve ilelebet yaşatmak için tertibim Mustafa Kaymakçı gibi düşünmem, akıl ve öneri üretmem ve yüreklice paylaşmam gerekir“ dedim.
Bu amaçla, bu hafta arkadaşım Mustafa Kaymakçı’nın yazısını (başlığını değiştirerek) aktarıyorum:
Cumhuriyetin Toprağı
Cumhuriyet Bayramı’nın 98.yılını kutluyoruz. Kanımca “Cumhuriyet Nedir?’ diye soran köylü vatandaşımıza en güzel cevabı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” diyerek vermişti.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu deyişi, Cumhuriyet projesinin bir çağdaşlaşma, kulluktan eşit yurttaşlığa geçiş ve de aklı ve bilimi referans alma projesi olmasının yanında, aynı zamanda sosyal ve de sol bir proje olduğunu gösteriyordu.
Atatürk Neden “Cumhuriyet, Kimsesizlerin Kimsesidir” demişti?
Türkiye, bir doğu imparatorluğunun küllerinden emperyalizme karşı zaferle kurulmuştu. Tarih sahnesinden silinmek üzere olan bir halk, Atatürk’ün önderliğinde Kuvayı Milliye temelinde Cumhuriyet düzenine geçmişti. Siyasal bağımsızlığını kazanan Türkiye ekonomik bağımsızlığını da kazanmalıydı. Ancak bu, askeri zaferden daha da zordu. Çünkü memleketin ekonomisi tam bir yıkıntıydı.
13,6 milyon nüfusun 10,3 milyonu kırsal kesimde yaşıyordu. Toprak dağılımı adaletsizdi. Ailelerin yüzde 5’i toprakların yüzde 65’ine sahipti. Feodalitenin egemen olduğu doğu ve güneydoğu bölgelerinde ise ağalar devlet konumundaydı. Tarım teknikleri son derece geri, köylü eğitimsizdi. Çok az sayıda ziraat mühendisi, veteriner hekim ve tarım teknisyeni vardı. Tarımsal üretim halkı besleyemez durumdaydı. Ekmeklik unun bile çoğu dışarıdan getiriliyordu. Şekerimiz ve yağımız yoktu. Et, bayramdan bayrama bile bulunamıyordu. Hayvanlar hastalıktan kırılıyordu. Nüfusumuzun yarısı hastaydı. Üç milyon insan trahomluydu. Bebek ölümleri yüzde 60’ın üzerinde seyrediyordu. Şehirler tifodan kırılıyordu, kasaba sakinleri hastalığa mahkûmdu, kuşakları kurumuş köyler vardı, 400 bin asker hastalıktan ölmüştü, ordudaki sıtma vakası yüzde 40 seviyesindeydi. Bütün sanayi ürünleri dışarıdan alınıyordu. Ülke Avrupa’nın açık pazarı olmuştu. Halkın ancak yüzde 7’si okur-yazardı. Darülfünun denilen tek bir üniversite vardı. O’na da üniversite demek zordu. Üstelik Darülfünun hocalarının çoğunluğu da Kemalist Devrimlere sıcak bakmıyordu. Kadın-erkek eşitliği söz konusu bile değildi.
Bu olumsuz tespitleri uzatmak olası. Gerçekten ülkenin durumu içler acısıydı. İşte Atatürk ve arkadaşları ülkedeki ortaçağı yenmek, tam bağımsız bir Türkiye yaratmak için olağanüstü atılımlar yaptılar. Ekonomik atılımların en somut göstergelerinden biri tarımda gerçekleştirdikleri işlerdi.
Bu durumdaki Türkiye’de aç insanları doyurmak, çıplakları girdirmek ve hastaları hızla iyileştirmek gibi giderilmesi zorunlu acil görevleri vardı Cumhuriyet kurucularının.
Peki, “Cumhuriyet, Kimsesizlerin Kimsesidir” sözünü nasıl hayata geçirdi?
Bunun kökenini 1927 yılında toplanan Cumhuriyet Halk Fırkası Kurultayı'nda kabul edilen “Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkeleri” ile 1931 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası Kurultayı'nda eklenen “Devletçilik ve İnkılâpçılık” ilkelerinde aramalıyız.
Yoksulluğu yaratan olumsuzluğu gidermek için ülkemizde ilk aşamada, İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar koşutunda 1923-1929 döneminde kısmi bir liberal dönem yaşandığı, ancak gerek 1929 yılında bütün dünyayı etkileyen Büyük Buhranın etkisiyle, gerekse sermaye birikiminin yetersizliği nedeniyle hızlı bir kalkınma ve kalkınmanın nimetlerini kamucu bir yaklaşım temelinde eşitlikçi bir uygulama ile dağıtmak için Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nin Halkçılık ve Devletçilik politikalarını izlediği gözlemlenmektedir.
Halkçılık ve Devletçilik politikalarının gereği olarak hızla sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinde KİT’ler oluşturuldu ve kimsesizler lehine önemli kazanımlar gerçekleştirildi. Örneğin tarım sektöründe üretim arttı. Türkiye, öncelikle üç beyazda; un, şeker ve bezde dışa bağımlılıktan kurtulmaya başladı. Köylü üzerinde ağa ve beylerin egemenliği giderek azalma yoluna girdi.
Bütün bunlar aynı zamanda ulusal birliğin güçlendirmesine de hizmet etti. Halkın devletine güveni arttı. Ne yazık ki günümüzde Atatürk’ün bıraktığı mirasa yeterince sahip çıkamadığımız görülüyor. Türkiye ekonomisi dışa bağımlı bir ülke durumuna geldi.
Çözüm için Seçenek Ne?
Türkiye’de egemen olan neo-liberal ekonomi politik program Türkiye’yi eritiyor. Çözüm; yoksulluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik, işsizlik, pahalılık gibi ortaya çıkan olumsuzluğa karşı,”neo-liberal politikalarla biz daha iyi yönetiriz” den geçmiyor. Yaşanmakta olan krize karşı, yeni bir neo-liberal ekonomi-politikalarını sahneye koymak çözüm değildir.
Çözüm için seçenek; toplumcu, kamucu, halkçı, antiemperyalist temelli ve ekonomi-politik cumhuriyetçi bir sol programın yaşama geçirilmesi.
Bir başka ifade ile seçenek; Bağımsızlık ve Uluslararası eşitlik temelinde çoğunluğun yararına kamu için emredici ve özel için özendirici Planlı Kalkınma, Ülke Çıkarları öncelikli ve akıllı Dış Politika, Tarım-Sanayi Dengesinin Kurulduğu, Sanayileşme ve Tarımın Korunması olarak tanımlanacak Atatürk’ün, “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma” amaç ve hedefine inançla bağlı kalmaktır.