“Çağdaş ve Uygarlık”, işte R.T. Erdoğan’ın tüm nefretinin ve kininin altında bu iki kelime yatıyor. Türk dil kurumunun sözlüğünde bu kelimelerin eski eşanlamlıları, “Muasır ve Medeniyet”.
Ulusal kurtuluşun ve kuruluşun ilk başında, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetinin geleceği için koyduğu birincil ve en önemli hedef, o günkü dille “muasır medeniyet seviyesine” yani öz Türkçeyle “çağdaş uygarlık düzeyine” ulaşmaktı.
Başbakan olduğunun ilk haftasında Rize’de “Ben artık değiştim, milli görüşçü değil, muhafazakâr demokratım” diyerek, önündeki laik cumhuriyetçi engelleri yumuşatmayı ve atlamayı düşünmüştü.
Yıllar sonra vesayeti derin devletten kendi eline alıp, ülkeyi aile boyu tek başına ve tek elden yönetme fırsatını bulunca da, “ben zaten söylemiştim, demokrasi bizim için amaç değil hedefimiz yolunda araçtır” demeye getirerek, asıl hedefinin “ılımlı İslami cumhuriyet” olduğunu, ima yollu ilan etti.
Bütün bu süreçte özenle “Atatürk” demekten kaçındı. İşine geldiğinde Mustafa Kemal ile başlayarak, sahte inancını göstermek için partisinin amacının ülkeyi “muasır medeniyet seviyesine” çıkarmak olduğunu, diline doladı.
Yine de hiçbir zaman, ilerici, değişimci ve laik demokrat sivil kuşakların dilindeki, “çağdaş uygarlık düzeyi” tümcesini bilinçli olarak ve inatla kullanmadı. Çünkü O, özgürlükleri ve insan haklarını güvenceye alan, evrensel hukuka dayalı çağdaş demokrasiye inanmıyordu ve hatta karşıydı.
Karanlık hedefi(!) yolunda araç olarak istismar ettiği “demokrasi”, O’nun için sadece sandıktan çıkmaktı. O nedenle de, sayesinde AKP’nin başına geçtiği ve “kader birliği” içindeyiz dediği Cumhurbaşkanı Gül’ün, Gezi olaylarında, “demokrasi yalnızca sandık değildir” sözüne, şiddetle karşı çıktı ve “evet, demokrasi yalnızca sandıktır” diye, sert yanıt verdi.
Başından beri R.T. Erdoğan’ın gerçek hedefinde, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, asla olmadı. O’nun “Osmanlılık” hırsı ise, son 150 yılında “garp medeniyetine” yüzünü dönen Saltanatın tersine, Tanzimat öncesinin katı şeriat düzeniydi. O’nun “medeniyet” tanımı da, göz boyama amaçlı şaşalı yatırımlardı.
2010 Anayasa değişikliğinden sonra, başta yargı, sivil toplumun bütün bağımsız ve tarafsız olması zorunlu mevzileri, AK Sarayın denetim ve gözetimi altına girdi.
1923’den beri, ırk, cinsiyet, din, dil, yerel köken ve hatta siyasi görüş açısından “mozaik” olmak için gösterilen bütün çabalar sanki boşa gitti, ülke tam anlamıyla ayrışmanın acılarını yaşar hale geldi.
Son iki yüz yıla bakıldığında, geriden gelmiş olsa da uluslaşmış her devlet, er ya da geç çağın teknolojik gereklerine ulaşmayı başarabilmiştir. R.T. Erdoğan, kendinden önce yapılanları inkâr etse de, laik demokratik cumhuriyetin 2002’den önce ulaştığı teknolojik düzey, çoğu gelişmiş ülkeyi bile kıskandırmıştır.
Ne var ki, ekonomik kalkınmada ve ileri teknolojide uygarlığı, devasa boş köprüler, havaalanları ve Kanal İstanbul sanırsanız, hazinenizi tam takır hale getirdiğinizde, suçu damadınıza yıkıp Arap Emirciklerine muhtaç hale gelirsiniz.
Eğer, ülkenizin uygarlık hedefi için Cumhur’un uygar bir Başkanı değil de Putin’le ve Trump’la boy ölçüşmeye çabalayan Tek Adam olursanız sonunda güzel ülkenizi dünyada yalnız duruma düşürürsünüz. Şimdilerde olduğu gibi…
Ancak, 21. Yüzyılda ivmesi gittikçe artan bilim ve iletişim gücü, halkları öylesine birbirine bağladı ki, hiç bir “bireysel güç”, o bağı koparıp, bir toplumu tersine sürükleyemez. Kitleler, benzer ülkelerin yakın geçmişinde olduğu gibi yasaklı, baskılı, korkulu sahte rollere bir süre alkış tutsa da, sonunda perde kapanır, herkes ve her şey, aydınlığa kavuşur
Uzaklara gitmeye gerek yok, 12 Eylül 1980’den bu yana seçmen, kimleri alkışlamadı ki(!). Ama en büyük cezayı, yine halk sandıkta verdi. 31 Mart ve 24 Haziran 2019 yerel seçimlerinde olduğu gibi.