2018 Partili Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan “seçimden sonra ne işsizlik, ne pahalılık ne de şehit anaları kalacak, Tek Adamlık sistemi sayesinde önümde meclis ve muhalefet engeli kalmayacak, sorunları tez elden çözme gücüm olacak” diye söz vermişti!
2022’nin Haziran ayında yani tam 4 yıl sonra laik Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşları, geçmişte hiç görülmemiş pahalılık, işsizlik ve umutsuzluk içine düşürülmüş durumda.
Ülkede birlik ve dirlik kalmamış, devlete güven bitmiş, partizanlık almış başını gitmiş, halk kendi ülkesinde adeta yabancı baskısı yaşıyor.
Osmanlı İmparatorluğu, halifeliği Ridaniye'den (Mısır'dan) İstanbul'a taşıdığında değil, Viyana kapısına dayandığında dünya devleti olmuştur. Ve yine, 93 (1877-1878) Harbine kadar sürdürdüğü askeri ve kültürel başarısının insan ve ekonomik kaynağı da, Ankara’nın doğusu değil Edirne'nin batısıdır.
Ne zaman ki, sömürgeci Batı gözünü doğunun petrollerine dikti, Osmanlı (Anadolulu) o gün bugündür Avrupa'dan doğuya doğru itilmektedir.
93 Harbinden sonra Avrupalı büyükler İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya hızla Orta Doğu'ya ulaşma yarışına girdiler. II. Abdülhamit daha tahta çıktığının ilk yılında bu gerçeği gördü. Ancak saltanatını korumak için yapabildiği tek şey Almanlarla birliktelik oldu. Bağdat Demiryolu bu nedenle, Almanların Doğudaki nüfuzunu güçlendirme projesi olarak inşa edildi.
Daha önce, Tanzimat'la (1839) başlayan askeri, sosyal ve altyapı hizmetlerindeki yenileşme hareketinin amacı, sanayileşme yolunda ilerleyen Batı'ya yeniden yönelişti. I. Dünya Savaşı öncesi Sadrazam Mithat Paşa'nın çabaları ve İttihat Terakki ile iktidar elde eden "batılılaşma (uygarlık)" hamlesi, Kurtuluş Savaşı sonrası Cumhuriyet döneminin artık, tartışılmaz "devlet politikası" oldu.
Dünya savaşlarında Orta Doğu'ya ve Avrasya'ya tümüyle yerleşen kapitalist ve komünist sömürgeci devletler, bölgeyi bölüştü. Paylaştıkları devletçiklerin başına getirdikleri yandaş aile yönetimleri, beş yüzyıla yakın hizmet aldıkları Osmanlı'ya, sonra da Türkiye Cumhuriyeti'ne (halklarına rağmen), haset ve garaz (çekememezlik ve kin) içinde oldular.
1950 sonrası Demokrat Parti (DP), alt yapı ve ekonomide atılım için başta ABD olmak üzere Batı ile sıkı işbirliğine girdi. NATO'ya katılmak bu ilişkiyi yapısal hale getirdi. 1960 sonrası Avrupa Birliği (AB), o zamanki Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile başlayan üyelik müzakereleri, Türkiye'nin dönülmez olarak Batıyla bütünleşme kararlılığını belgelemiş oldu.
İlk kez 1974 Hükümetinin koalisyon ortağı olduğunda Milli Görüşçü Milli Selamet Partisi (MSP) "Batı Kulübü" adını taktığı AB'ye açıktan karşı çıktı. Daha sonra 1996'da Erbakan Hoca başbakan olduğunda MSP'nin devamı olan Refah Partisi (RP), Batı karşısında Doğu'ya açılma politikasını resmileştirdi.
1997 yılında Başbakan Erbakan Türkiye, İran, Mısır, Nijerya, Pakistan, Bangladeş, Malezya ve Endonezya'yı kapsayan Gelişmekte Olan Sekiz (D-8) grubunu başlattı. Görüldüğü gibi Milli Görüşçülerin bu seçiminde hiçbir Türk İslam ülkesi yoktu.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruluş yıllarında kendisini, Milli Görüşten kopmuş ve DP’nin devamı olarak tanıtmaya özen gösterdi. Çünkü özellikle hayalci Erbakan’ın sonundan(!) ders alan Abdullah Gül'ün etkisiyle R.T. Erdoğan, kalıcı olmak için ABD ve AB'nin desteğini alma politikasına sarılmak zorunda kaldı.
2007 seçiminde aldığı güçle Başbakan Erdoğan, daha Erbakan Hoca'nın İstanbul Gençlik Kolları Başkanı olduğu yıllardaki saklı ama gerçek amacını (bir anlamda İslâm-i Cumhuriyet politikasını) artık uygulayabilirdi! İşte Davos'ta Israil'e karşı adeta savaş açmak için efelenmesi asla rastlantı değil, bu politikaya dönüşün ilanıydı.
Artık R.T. Erdoğan, Sünni İslamcı ve Arap milliyetçiliğinde somutlaşan, "Batı karşıtlığının" önderliğine soyunmuştu. Üstelik bu politikayı, gerçekçi Cumhurbaşkanı Gül'ün ve AKP'nin meclis grubunun aklı evvellerinin rahatsızlığına karşın tırmandırdı.
Yine de, ABD’nin Büyük Ortadoğu Planına (BOP) güvenerek Suriye’de bulaştığı çıkmaz da, o sevdanın (Sünni İslâm’ın liderliği) bir sonucuydu.
Partili Cumhurbaşkanı (Tek Adam) olarak AK Saraya yerleştikten sonra bütün güçleri (yasama, yürütme ve yargı) kontrolüne aldığında, artık bu hedefine ulaştığına inandı.
2022 yılının Haziran ayında ülkemiz, cumhuriyet tarihinin en yalnız ve zor günlerini yaşıyor. Bilinçaltındaki baskın önyargıları ve soyut ezberi yüzünden R.T. Erdoğan, laik cumhuriyetin sayesinde geldiği laik demokratik ve tarafsız cumhurbaşkanlığı andını bile silerek, yakın tarihimizi doğru okuyamadığı gibi inkâra kalkıştı.
“Karun kadar zengin ve Halife kadar güçlü” olma hırsına kapıldı. Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin eriştiği gücün kaynağında, çoğu gelişmiş ülkenin bile başaramadığı ve temelinde "yurtta barış, dünyada barış" olan çok yönlü, gerçekçi ve akılcı bir dış politika uygulamasının ve vazgeçilmezliğinin olduğunu göremedi, görmedi.
Ve ülkemiz, bu denli yalnız ve çaresiz hale düştü.
Şimdi de, o çok güvendiği sandık korkusu yalnız beynini değil, bütün organlarını sarmış durumda.
Dileriz halkın sandıkta vereceği karara boyun eğer de Türkiye Cumhuriyeti ülkesi ve yurttaşı ile en geç 2023 Haziran seçiminden sonra, laik demokratik cumhuriyet yoluna sağ-salim devam eder
(*) Nuri Bilge Ceylan 2008 Cannes Film Festivalinde “en iyi yönetmen” ödülünü alırken “benim yalnız ve güzel ülkem” adına demişti.