AK Sarayın istediği sansür yasası, AKP ve MHP’nin sorgusuz-sualsiz oylarıyla yasalaştı.
MHP Genel Başkanının “doktorları aforoz” etme önerisine de, yine AKP Üst Yönetimi açıktan destek verdi.
Geçmişteki benzerlerinin üzerine bunları da koyarsak demektir ki, seçime giderken ülke tam bir polis devleti oldu.
Başından beri "demokrasi sadece sandıktır" diyen AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan, artık sandığa da inanmıyor. O’nun ve ülkenin buraya nasıl ve niçin geldiğini belgeleyen süreci bir anlamda tarih düşmek amacıyla, irdelemeye çalışacağım:
Çok partili düzene geçtiğimizden bu yana, bazen durulsa da çoklukla kriz düzeyinde seyreden ve giderek ülkemizi içinden çıkılmaz sorunlarla karşı karşıya getiren politik bunalımın arkasında 70 yıllık bir süreç var
Başından beri, kavganın aslî tarafı olan bozuk düzen savunucusu merkez sağ iktidarlar, zaman içinde isim ve kadro değiştirseler de hep aynı anamalcı (sermayeci) ideolojinin temsilcisiydiler. Bu kavga, öyle R. T. Erdoğan'ın dediği gibi ne onunla başladı, ne de demokrasi kavgasıdır.
Bu kavganın özünde, büyük oranda ekonomik politikadaki ayrışma vardır. Siyasal, sosyal ve kültürel tartışma da buna bağlıdır. "Yeter söz milletindir" sloganıyla 1950'de seçimi kazanan Demokrat Parti'nin (DP) arkasında, bu günkü gibi aş ve iş derdindeki yoksul yığınların umudu vardı.
O yıllarda Türkiye’nin çoğunluğunu oluşturan köylü kafalı nüfus Menderes'e büyük destek verdi. DP’nin, "Her mahallede bir milyoner yaratma" anlayışıyla uyguladığı o politika, sonunda ekonomiyi 1958 devalüasyon (Lira'nın, Dolar karşısında değerini düşürmek) batağına sürükledi.
1960'da, iktidar asker eliyle DP'den alındığında, daha da yoksullaşan Anadolu, çareyi sırtında yorganıyla batıya doğru göçte aramaya başlamıştı. 1961'de yapılan seçimde oy çokluğunu yine ,(kitabî dille) liberal-kapitalist eğilimli merkez sağ partiler aldı.
Kısa süre sonra, ülkenin yönetimi yeniden DP'nin devamı olan Adalet Partisi'nin (AP’nin) eline geçti. Tek başına hükümet eden AP, "Halk plan değil pilav istiyor" anlayışıyla, planlı kalkınmayı (sanayileşmeyi ve adil gelir bölüşümünü), devlet destekli özel sektörün eline terk etti. Her mahallede bir milyoner yaratma politikası, yerini hükümet yandaşı holdingler yaratmaya bıraktı.
1970'in ortalarına gelindiğinde ekonomimiz, bir kez daha enflâsyon ve artan işsizlikle karşı karşıyaydı. Elbette bedel ödeyenler, her zamanki gibi, çalışanlar ve yoksul kitleler oldu.
Gençliğin sokaklara taşan tepkisi, sendikaların desteğiyle doruğa çıktı. Bu direnişe karşı AP Başbakanı Demirel, "Sokaklar yürümekle aşınmaz" diyerek, demokrat politikacı fotoğrafı veriyordu.
12 Mart 1971 müdahalesinin hedefi, aslında (şapkasını alıp gittiği için korkaklıkla suçlanan) Demirel'in demokrasisi değildi. 12 Martçıların o zaman da "balyoz" adını taktıkları yok etme uygulamalarının hedefinde, halkın ekonomik ve demokratik çıkarlarını savunan emekten (alın terinden) yana olanlar vardı.
1973 seçiminde halk, "Toprak işleyenin-Su kullananın" diyen Karaoğlan Bülent Ecevit'e sahip çıkmıştı ama kapitalist dünyanın yarattığı ilk petrol krizinin faturası, kısa süren sosyal demokrat hükümete kesildi.
Milliyetçi Cephe hükümetleriyle daha çok radikalleşen özel sektörcü (anamalcı-kapitalist) politikalar, 12 Eylül 1980'e kadar ülkeye hâkim oldu. Üstelik tırmandırılan cepheleşme politikası, halkı ırk, din, mezhep temelinde neredeyse mahalle-mahalle ayrışmaya zorladı.
12 Eylül 1980 darbesi ile enflasyonun girdabına düşmüş olan ekonomi, Demirel'in sağ kolu ve Erbakan'ın 1973 seçimlerindeki İzmir milletvekili adayı Turgut Özal'a teslim edildi.
Bu dönem, yine yoksul halkın oyundan güç alan ve zengini daha da zenginleştiren merkez sağ (liberal kapitalist) ekonomik politikaların yerleştiği bir süreçtir. Özeleştirme, sendikasızlaştırma ve sanayinin uluslararası sermayeye devri politikası, bu döneme "küreselleşme" adı altında damgasını vurdu.
Özal'dan sonra, Türk-İslam sentezinin ağırlığını koyduğu muhafazakâr demokrat hükümetler dönemi koalisyonlarla da olsa, devam etti. Ancak, bir önemli değişim oldu. 1995'te yüzde 20 oyla birinci parti olan Milli Görüşçü Necmettin Erbakan artık başbakandı.
Maraş'tan Konya'ya, Kayseri'den Kocaeli'ne kadar tarikatlar destekli yeşil sermaye boy göstermeye başladı. "28 Şubat Post Modern Darbesi", işte bu dönemde oldu. Hem de 1950 sonrası bütün zamanların demokrasi aşığı Demirel'in Çankaya'da olduğu bir tarihte. Erbakan da ıslak imzalı istifasıyla, her zamanki gibi ağzı kulaklarında Başbakanlıktan çıkıp gitti.
1999 seçimi sonrası, demokratik solcu Ecevit'in kurduğu merkez sağ koalisyonu, daha yolun başında iç ve dış tuzakları aşamadı ve 2000 krizi patladı. Koalisyon ortağı MHP'nin baskısıyla iki yıl öne alınan 2002 seçiminde, artık halk çareyi yeni ve genç sandığı Erdoğan'da aradı.
O kriz dolaysıyla, seçmen mecliste var olan bütün partileri cezalandırdı. 2002 Kasım seçimini, Erbakan Hoca'dan ayrılan başını Abdullah Gül ve Bülent Arınc'ın çektiği ve R.T. Erdoğan'ı genel başkan yaptıkları yeni kurulan AKP yüzde 34 oyla kazandı. Yüzde 10 barajını geçebilen diğer parti CHP oldu.
Böylece AKP tek başına hükümet kurdu. 2007 seçiminden de oyunu artırarak çıkan R.T. Erdoğan için, hedefi olan ve milli görüşün "Sünni Araplaşmaya" dayanan asıl politikasını gündeme alma fırsatı, artık doğmuştu.
Önceliği, "dindar nesil yetiştirme" amacına yönelik olarak, laik eğitimden uzaklaşmak ve imam-hatip liselerini hızla yaygınlaştırmaktı. İkinci Cumhuriyetçi liberallerin ve Gülen Hizmet Hareketinin (FETÖ) desteklediği 2010 Anayasa değişikliği ile de kuvvetler ayrılığının tasfiyesine giden yol açıldı.
Ergenekon davaları ile silahlı kuvvetlerin laik demokratik cumhuriyet eğilimli kadroları tasfiye edildi. FETÖ gücüyle, tarafsız ve bağımsız yargı baskı altına alındı.
Tek Adamlığa giden anayasal değişikliklerle, AK Saray, hem beton ve demirle hem de emir kulu kadrolarla donatıldı. Son hamle de, medyayı hemen tümüyle kontrol altına almak oldu.
Bütün bu süreçte her şey planladığı gibi gitti ama Partili Cumhurbaşkanı Tek Adam başından beri en önemli "yoksunluğunu" görmemekte inat etti; "Sonunu göze alarak her şeye hükmedebilirsin ama Aş ve İş derdine çare bulamazsan, halka hükmedemezsin". İşte bu nedenle sonunda, damarından ele geçirdiğine güvendiğin o sabırlı halk, 2022’nin başından beri olduğu gibi ayağa kalkar ve sana isyan eder.
Şimdi artık Türkiye Cumhuriyetinin geleceği AK Sarayın ne yapacağına bağlı; Ya Polis devletine güvenerek demokratik bir seçimden kaçmayı deneyecek. Ya da, ülkemizin ve halkımızın geleceğini karartan yoldan dönmek yürekliliğini gösterecek?